Deniz Poyraz Katliamı 4’üncü yılında: Gerçekler hâlâ karanlıkta

  • 09:03 17 Haziran 2025
  • Hukuk
Melike Aydın 
 
İZMİR – Deniz Poyraz’ın katledilmesinin 4’üncü yılı dolayısıyla konuşan dosya avukatlarından Türkan Aslan Ağaç, yeni suikastların önüne geçilmesi için hukuk devletinin yeniden inşa edilmesi ve Hakikat Komisyonlarının bir an önce kurulması gerektiğini vurguladı.
 
17 Haziran 2021’de HDP İzmir İl binasına Onur Gencer tarafından saldırı gerçekleştirildi. Saldırıda Deniz Poyraz katledilirken, Türkiye’de demokratik siyasete yönelik tehditler bir kez daha gözler önüne serdi. Saldırıyı düzenleyen Onur Gencer’e müebbet ve ek olarak 9 yıl hapis cezası verilmesine rağmen, olayın azmettiricileri ve destekçileri hakkında kapsamlı bir soruşturma yürütülmedi.
 
Dava avukatlarından Türkan Aslan Ağaç, bu katliamın yalnızca bireysel değil, Kürt siyasal alanını hedef alan sistematik bir nefretin sonucu olduğunu belirtti. Türkan Aslan Ağaç, demokratik siyaset alanının korunması için siyasi partileri baskılayan uygulamalara karşı dirençli mekanizmaların hayata geçirilmesi gerektiğini söylerken, benzer trajedilerin tekrar yaşanmaması için de Hakikat Komisyonlarının kurulmasının zorunlu olduğunu ifade etti.
 
“Bunun amacı muhalefeti sindirmekti, özellikle de Kürt siyasi hareketine demokratik alanda siyaset yapmanın kapısını tamamen kapatma üzerine kurulu bir dönemdi ve saldırının doruk noktası da Deniz Poyraz’ın katledilmesi oldu.”
 
*Katliamın yaşandığı süreçte nasıl bir politik atmosfer vardı? Yakın dönemde Konya’da Dedeoğlu ailesinden 7 kişinin katledilmesi, HDP binalarına yönelik saldırıların yaşanması gibi olaylar, bu katliamın da bir parçası olarak değerlendirilebilir mi? 
 
Türkiye’de devam eden sistematik nefret söylemi ve kriminalizasyon politikalarının doruk noktasıydı. Ondan önce çok sayıda HDP il ve ilçe merkezlerine saldırılar düzenlendi, bazı gazeteciler ve siyasi aktörlere saldırıların da olduğu bir dönemi yaşıyorduk. Neredeyse aynı noktadan hareket edildiğini gösteren izler vardı. Özellikle bu nefret söyleminin merkezinde Kürt siyasal hareketi ve muhalif kesimlerdi. Bunun başlangıcı 17 Haziran 2021 değil, 7 Haziran 2015 seçimlerine götürmek mümkün. 7 Haziran seçimleriyle birlikte AKP iktidarı ilk defa azınlığa düştü. Seçimden sonra bir hükümet kurma arayışları içindeydiler. Geçici bir hükümet kuruldu, ardından da tekrar seçime gitme kararı alındı. Kasım ayına kadar yaşanan şiddet ortamı ve katliamları düşündüğünüzde, aslında başlangıç noktasının orası olduğunu söylemek mümkün. Arkasından 15 Temmuz 2016 tarihiyle birlikte bir darbe girişimi olduğu söylendi ve hukukun tamamıyla ortadan kaldırıldığı, nefret dilinin merkeze alındığı bir politik süreç yaşanmaya başlandı. O dönem itibarıyla kurulan MHP ve AKP ortaklığı da bu süreci iyice pekiştirdi. Hele ki ortağının siyasi aktörlerinin kullandığı dil tamamen nefret söylemi, ötekileştirme ve hedef gösterme üzerindeydi. 2016 Haziran ayından 2023 yılları arasında Süleyman Soylu İçişleri Bakanı olmuş ve Kürt siyaseti, kurumlarıyla siyasetçileri hedef haline getirilmişti. O dönem hem Kobanê Davası olarak bilinen, bütün HDP siyasetçilerinin ve eş genel başkanlarının yargılandığı, tutuklandığı, aynı zamanda HDP’ye yönelik kapatılması noktasında AYM’de açılan bir davanın olduğu süreç idi. Bu süreç içinde de 17 Haziran 2021’de HDP İzmir İl binasına saldırı gerçekleştirildi.
 
Böylesi bir ortamda da hem Konya’da gerçekleştirilen Dedeoğlu ailesinden 7 kişi, tek kişi tarafından katledilmişti. Ardından İzmir’de saldırı oldu; hemen akabinde Marmaris HDP İlçe binasına, ardından Deniz Poyraz davasının görüleceği günün gecesinde de Bakırköy HDP İlçe binasına saldırı oldu. 7 Haziran 2015 ile 17 Haziran 2021 arasında HDP il ve ilçe binalarına 500’ün üzerinde saldırı var. Bunların hepsini dosyada da sunmuştuk. Bunun amacı muhalefeti sindirmekti, özellikle de Kürt siyasi hareketine demokratik alanda siyaset yapmanın kapısını tamamen kapatma üzerine kurulu bir dönemdi ve saldırının doruk noktası da Deniz Poyraz’ın katledilmesi oldu.
 
“Hakikatin büyük bir kısmı hala karanlıkta kalmaktadır ve bu karanlığın, Suriye’deki iç savaşla ve Türkiye’nin oradaki politikalarıyla doğrudan bağlantılı olduğu açıktır.”
 
*Peki, bu süreçlerin Türkiye’nin Suriye politikasıyla da bir bağlantısı var mı? Fail Onur Gencer’in Suriye’ye sağlık görevlisi sıfatıyla gönderildiğini ve burada sağlık görevlisi gibi değil de mevzide, elinde ağır silahlarla çekildiği fotoğraflar da kamuoyuna yansıdı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 
 
2011 yılında DAİŞ’in yarattığı terör ve iç savaşla birlikte, Türkiye’deki politikaların da sertleştiğini görüyoruz. Bu sertleşmenin yansıması olarak, özellikle Kürt siyasi hareketine yönelik demokratik alanın daraltılması ve ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar şeklinde yorumlanması gereken saldırılar yaşandı.
 
Fail Onur Gencer’in bir sağlık çalışanı olmasına rağmen Suriye’ye gitmiş olması ve orada eğitim almasının ardından Türkiye’ye döndüğünde çeşitli illerde bulunduğu bilinmektedir. O dönem itibarıyla Suriye’de faaliyet gösteren çete yapılanmaları olan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), DAİŞ ve devamı niteliğindeki örgütlerin bazı kamplarında bulunduğuna dair kamuoyuna yansıyan söylentiler mevcuttu. HTS kayıtlarından takip ettiğimiz kadarıyla, katilin Suriye’den döndükten sonraki birkaç gün içinde yaptığı gezilerin bu yapılarla bağlantılı olabileceği yönünde şüphelerimiz vardı. Bu nedenle duruşma sırasında, söz konusu bilgilerin yargılama sürecinde dikkate alınmasını ve soruşturma aşamasında detaylı olarak incelenmesini talep ettik. Türkiye’nin Suriye’deki politikasının bir uzantısı olarak, Türkiye’de gerçekleşen bu saldırıların da benzer bir zeminde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Zira Suriye’de Kürtlerin herhangi bir hak elde etmesini ya da özerk bir yapıya kavuşmasını engellemek amacıyla yoğun bir şiddet ortamı oluşturulmuştu. Türkiye’deki bu saldırıların da bu politik yaklaşımın bir devamı olarak okunması mümkündür.
 
Özellikle yargılama aşamasında, Onur Gencer’in beyan ettiği üzere Batman’da kendisine yönelik bir suikast girişimi olduğu ve Suriye’de bir albayla birlikteyken hem kendisine hem de araca yönelik bir saldırı gerçekleştirildiği yönündeki ifadeleri oldukça çarpıcıydı. Aslında mahkeme, o dönemde bu alandaki soruların sorulmasına ve sürecin derinleştirilmesine izin vermiş olsaydı, Onur Gencer’in Suriye’deki çetevari yapılanmalarla ve terör örgütleriyle olan bağlantısını ortaya çıkarma imkânına sahip olabilirdik. Ne var ki yargılama ve soruşturma aşamaları son derece yüzeysel yürütüldü. Bu nedenle, Gencer’in Suriye’deki yapılarla olan ilişkilerini açığa çıkarma şansı elde edilemedi; yalnızca kendi beyanlarıyla sınırlı kalan bir anlatıyla yetinildi. Bu nedenle, dosya Yargıtay tarafından bozulup geri gönderilirse bu yönlerin kapsamlı bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Bu olayın örgütlü bir suç olduğu kanaatindeyiz. Onur Gencer’in hem Suriye’deki yapılarla ilişki içinde olma ihtimali hem de Türkiye’de Ülkü Ocakları’yla bağlantısının bulunduğu, dosyada yer alan yazışmalar ve kendi beyanlarıyla sabittir. Dolayısıyla bu ilişkilerin araştırılması zorunludur. Hakikatin büyük bir kısmı hâlâ karanlıkta kalmaktadır ve bu karanlığın, Suriye’deki iç savaşla ve Türkiye’nin oradaki politikalarıyla doğrudan bağlantılı olduğu açıktır.
 
“Fakat soruşturma aşamasında savcı, bu taleplerimizin yüzde doksanını dikkate almadı; görmezden geldi. Yargılama aşamasında da mahkeme, bu taleplerimizi karşılamadı. Bu nedenle saldırının siyasi yönü açığa çıkarılamadı.”
 
*Fail Onur Gencer’e ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi; oysa azmettiricilerin iktidar partilerine kadar uzandığı da iddia edilmişti. Dava sürecini nasıl değerlendirmek gerekiyor?
 
Yargılama ve soruşturma aşamasında, olay gerçekleştikten hemen sonra hem terör suçlarına bakan bir savcı hem de müracaat savcısı görevlendirilmişti. İki savcının görevlendirilmesi, saldırının tüm yönleriyle ortaya çıkarılabileceği izlenimini doğurmuştu. Ancak tam tersine, terörle mücadele savcılarından birinin sürece dahil olması, soruşturmanın tamamen örtbas edilmesine neden olan bir sürece evrildi. O dönem itibarıyla 100’ün üzerinde talepte bulunduk. Çünkü bir siyasi partinin il binasına yönelik bir saldırının bireysel bir eylem olmayacağını bilecek tarihsel ve toplumsal bir hafızaya sahibiz. Bu nedenle saldırının organize ve örgütlü bir yapı tarafından gerçekleştirildiğini düşündük; hem talimatı verenlerin hem de yardım edenlerin, yani saldırının siyasi ayağının ortaya çıkarılması yönünde taleplerimiz oldu. Fakat soruşturma aşamasında savcı, bu taleplerimizin yüzde doksanını dikkate almadı; görmezden geldi. Yargılama aşamasında da mahkeme, bu taleplerimizi karşılamadı. Bu nedenle saldırının siyasi yönü açığa çıkarılamadı.
 
Atmosfer açısından değerlendirdiğimizde de, o dönemde yaratılan nefret dili, ötekileştirici ve hedef gösterici söylemler açıkça görülmekteydi. Özellikle HDP, HDP yöneticileri ve üyeleri üzerinden kurulan bu dil, bir bütün olarak Kürt siyasi hareketini ve Kürt halkını hedef haline getirmiştir. Bu saldırı da doğrudan bu söylemin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Bu yüzden, bu saldırıya zemin hazırlayan siyasi söylemlerin ve bu dili kullanan siyasetçilerin sorumluluğu da dava sürecine dahil edilmeliydi. Ne var ki böyle bir siyasi ortamı yaratanların sorumluluğu yargılamaya yansıtılmadı. Kişinin dijital verileri tam olarak ortaya çıkarılsaydı, bizim de görebileceğimiz önemli bir iddia vardı. Gazeteci Cevheri Güven, dijital platformda yayınladığı bir videoda, katil Onur Gencer’in WhatsApp yazışmaları arasında MHP Genel Merkez yöneticilerinden biriyle mesajlaştığına dair bir iddiada bulunmuştu. Güven, bu yazışmaların dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun elinde olduğunu, bu verilere bizzat Soylu’nun el koyduğunu ve bilgileri aldığını iddia etmişti. Bu oldukça ciddi bir iddiaydı.
 
Cevheri Güven’in bu yayını, bir flaş bellek içerisinde yargılama aşamasında mahkemeye sunuldu; ayrıca bu açıklamalar yazılı bir belge haline getirilerek dosyaya eklendi. Aslında bu iddia, olayın arka planını aydınlatabilecek nitelikteydi. Ancak ne yazık ki yargılama aşaması bu delilin ciddiyetini göz önünde bulundurmadı ve gerekli işlemleri yapmadı. Onur Gencer’in Ülkü Ocakları ile olan olası bağlantısı düşünüldüğünde ve o dönemde MHP ve Ülkü Ocakları ile ilişkilendirilen çok sayıda gazeteciye ve siyasetçiye yönelik saldırılar göz önünde bulundurulduğunda, bu saldırının da o çevreyle bağlantılı olma olasılığı güçlenmektedir. Ayrıca davadan çok sonra gerçekleşen ve Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi olayında da talimat veren kişilerin MHP Genel Merkez çevresinden olduğuna dair kamuoyunda pek çok söylem ortaya atılmıştı.
 
Sinan Ateş’i öldüren kişilere talimat verenler kimse, HDP İzmir İl binasına yapılan silahlı saldırının da benzer bir merkezden yönlendirilmiş olabileceği kanaatindeyim. Dosyada yer alan veriler, Onur Gencer’in Ülkü Ocakları’yla olan bağlantısını işaret etmektedir. Buna rağmen yazışmaların ve dijital verilerin tam anlamıyla incelenmemesi, verilerin dosyaya bütünlüklü şekilde sunulmaması, Cevheri Güven’in iddiasının ciddiyetle ele alınması gerektiğini göstermektedir. O dönem, MHP’nin genç tabanının AKP’ye kaydığı yönünde çeşitli iddialar da gündeme gelmişti. Bu bağlamda, MHP’nin Ülkü Ocakları aracılığıyla kendi genç tabanını konsolide etmek adına bazı eylem ve etkinliklere giriştiğine dair değerlendirmeler de mevcuttu. Tüm bu unsurlar, söz konusu iddianın Yargıtay aşamasında detaylı biçimde araştırılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
 
“DEM Parti’nin gündeme getirdiği Hakikat Komisyonu talebi, bu tür olayların yalnızca bireysel faillik üzerinden değil; politik, kurumsal ve yapısal bağlamlarıyla birlikte ele alınmasına yönelik son derece yerinde bir çağrıdır.”
 
*1 Ekim 2024 itibarıyla yaşanan süreçte gelinen noktada, DEM Parti önceki çatışmasızlık sürecinde de talep edilen Hakikat Komisyonlarının kurulmasını talep ediyor. Komisyonun kurulması halinde Deniz Poyraz davasının da yer alması beklenir. Bu katliamın açığa çıkarılması nasıl bir etki yapar?
 
Türkiye’de hâlâ yüzleşilmemiş çok sayıda siyasal cinayet, suikast, zorla kaybetme, faili meçhul cinayet ve toplu katliam bulunmaktadır. Deniz Poyraz cinayeti de bu karanlık hafızanın son halkalarından biri olmuştur. Bu nedenle, DEM Parti’nin gündeme getirdiği Hakikat Komisyonu talebi, bu tür olayların yalnızca bireysel faillik üzerinden değil; politik, kurumsal ve yapısal bağlamlarıyla birlikte ele alınmasına yönelik son derece yerinde bir çağrıdır.
 
Eğer gerçekten yetkili ve bağımsız bir hakikat komisyonu kurulursa, Deniz Poyraz katliamı da sistematik bir nefret ikliminin ürünü olarak değerlendirilmek zorundadır. Bu komisyon, olayın arka planını açığa çıkarmalıdır. Sadece faile odaklanmak yerine, saldırının gerçekleşmesine zemin hazırlayan siyasi ortamı oluşturanlar, emniyetin gösterdiği zafiyet ve provakatif dili kullananlar da dâhil olmak üzere, yapısal ve organize bir cinayetin tüm boyutlarını kapsayacak şekilde bir inceleme yürütülmelidir. Bu türden bir yüzleşme, hem toplumsal barışın sağlanması hem de demokratikleşmenin kurumsallaşması açısından hayati öneme sahiptir. Türkiye’de benzer cinayet ve saldırıların sürüyor olmasının temel nedeni, geçmişte yaşanan olayların üzerinin sistemli biçimde örtülmesi; faillerin çoğunun açığa çıkarılmaması ya da açığa çıkarılanların ise cezasızlıkla ödüllendirilmesidir. Bu cezasızlık politikası, benzer saldırıların tekrarını teşvik eden temel unsurdur.
 
“Eğer siyasal iktidar yasal reformlar gerçekleştirmeyi planlıyorsa, bunun başlangıç noktası anayasa olmalıdır. Bu bağlamda, temel hakların anayasal güvence altına alınması ve ilerleyen süreçte Anayasa ile uluslararası sözleşmeleri hiçe sayan yaklaşımların engelleneceği, güçlü ve işlevsel bir mekanizmanın kurulması gerekmektedir.”
 
*Bir daha bu tür suikastların yaşanmaması için neler yapılmalı?
 
Bu tür saldırıların ve siyasi cinayetlerin önlenebilmesi için çok katmanlı bir mücadele mekanizmasının, kapsamlı bir mücadele ağının oluşturulması gerekiyor. Deniz Poyraz davası özelinde de bu durumu değerlendirmek yerinde olacaktır. Öncelikle, nefret söyleminin cezai yaptırıma bağlanması zorunludur. Yargılama sürecinde, bu talebi dilekçelerimizle ifade ettik; ancak mahkeme salonuna alınmadığımız için, özellikle son iki duruşmada bu taleplerimizi mahkeme heyetinin yüzüne doğrudan söyleme fırsatı bulamadık. Özellikle kasten öldürme suçlarında, ağırlaştırıcı unsurlar arasında nefret söylemi ve nefret cinayetlerinin de açıkça tanımlanması ve yer alması gerekir. Ancak mevcut mevzuatta bu yönde bir düzenleme bulunmamaktadır. Türkiye, nefret söyleminin oldukça yaygın olduğu ve siyasi cinayetlerin işlendiği bir ülke olarak, bu konuda ciddi bir hukuki boşlukla karşı karşıyadır. Bu nedenle, kasten öldürme suçları kapsamında ağırlaştırıcı sebepler arasında nefret saikiyle işlenen eylemlerin de yer alması, hem siyasi iktidar hem de medya dahil olmak üzere nefret dili ve ötekileştirici söylemlerin önüne geçilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
 
Aynı zamanda, şeffaf, bağımsız ve tarafsız bir yargı mekanizmasına olan ihtiyaç her zamankinden daha acildir. Yargı erkinde yaşanan siyasallaşma, özellikle hâkimlerin ve savcıların bağımsızlık ve tarafsızlık niteliklerini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu nedenle, yargı mekanizmasının sağlam ve güvenilir bir yapıya kavuşturulması elzemdir. Bu, barışın ve demokratik bir toplumun inşası açısından da temel bir zorunluluktur. Eğer anayasal bir reform gündeme gelecekse, öncelikle üzerinde durulması gereken en temel konu yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığıdır. Aksi takdirde, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerin işlevsizleştirildiği, uygulanmadığı bir süreçten geçmeye devam ederiz. Hukukun bütünüyle etkisiz hale getirildiği bu ortamda, yargı erkini yürütmenin tahakkümünden ve siyasallaşmadan kurtaracak yapısal adımlar atılmalıdır.
 
Bir diğer önemli konu ise Hakikat Komisyonlarının oluşturulmasıdır. Bu sadece yakın dönemle sınırlı olmayıp, yüz yıllık Türkiye tarihi açısından da artık bir zorunluluktur. Türkiye’nin kendi geçmişiyle önce yüzleşmesi, ardından da hesaplaşması gerekmektedir. Bu bağlamda, devlet arşivlerinin kamuoyuna açılması şarttır. Yüzleşme süreçlerinin başlatılmasıyla birlikte, bu tür siyasi cinayetlerin önüne geçilebileceğine inanıyorum. Bununla bağlantılı olarak, demokratik siyaset alanının korunması da büyük önem taşımaktadır. Siyasi partilerin kapatılması, tehditlere ve baskılara maruz bırakılması gibi uygulamalara karşı çıkacak bir mekanizmanın oluşturulması gerekmektedir. Nitekim, Deniz Poyraz cinayetinin temelinde de bu türden antidemokratik uygulamalar yatmaktadır. Demokratik alanı, özellikle Kürt siyasal hareketi ve partileri açısından daraltan, hatta ortadan kaldırmayı hedefleyen bir yaklaşım nedeniyle bu tür saldırılar mümkün hale gelmiştir. Bu nedenle, demokratik alanın korunması ve dış müdahalelere karşı kapatılması, anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır.
 
Bir diğer önemli husus da toplumsal farkındalık ve dayanışmanın sağlanmasıdır. Bu doğrultuda ilişki ağlarının oluşturulması büyük önem taşır. Sivil toplum örgütleri, sendikalar, kadın örgütleri ve hareketleri ile özgür basının öncülüğünde kurulacak bir mekanizma, bu tür olaylara sahip çıkılmasını, unutulmamasını, önlenmesini ve caydırıcı bir etki yaratılmasını sağlayabilir. Bu nedenle, tüm toplumu kapsayan muhalif kesimler olarak, bu tür saldırıların yeniden yaşanmasını engelleyecek yapılar oluşturmak zorundayız. Devletin bu alanda hem anayasal hem de uluslararası sorumlulukları vardır. Yaşam hakkı, temel bir haktır ve bu hak için hiçbir istisna söz konusu olamaz. Devletin, bu hakkı korumak için gerekli mekanizmaları oluşturması bir yükümlülüktür. Barışçıl ve demokratik bir toplumun inşası yönünde güçlü bir toplumsal zemin oluştuğu kanaatindeyim. Eğer siyasal iktidar yasal reformlar gerçekleştirmeyi planlıyorsa, bunun başlangıç noktası anayasa olmalıdır. Bu bağlamda, temel hakların anayasal güvence altına alınması ve ilerleyen süreçte Anayasa ile uluslararası sözleşmeleri hiçe sayan yaklaşımların engelleneceği, güçlü ve işlevsel bir mekanizmanın kurulması gerekmektedir.
 
“Ben, yargıdan en azından bu süreçte, barış ve demokratik toplumun inşası çağrısıyla uyumlu olarak, eğer gerçekten bir hukuk devleti olacaksak, bu tür davaların tüm yönleriyle aydınlatılmasına ön ayak olacak bir karar vermesini bekliyorum. Aksi halde, iç hukuk yollarının tüketilmesinin ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruda bulunacağız.”
 
*Deniz Poyraz katliamı etrafında açılan davaların son durumu nedir?
 
İzmir 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararı istinaf ettik. Ancak İstinaf Mahkemesi, kısa süre içinde yeni atanan bir bakanın göreve gelmesinden sonra ve yalnızca bir ay içerisinde dosyanın kapağı dahi açılmadan ilk derece mahkemesinin kararını onadı. Bunun üzerine kararı temyiz ettik ve dosya şu an Yargıtay’da. Umudumuz, hukuka uygun bir biçimde, bu cinayetin tüm boyutlarını ortaya çıkarabilecek bir araştırma ve yargılama sürecine olanak tanıyacak şekilde kararın bozulması yönünde.
 
Bu nedenle henüz iç hukuk yollarını tüketmiş değiliz; ancak bu sürecin son aşamasındayız. Eğer Yargıtay, ilk derece mahkemesinin kararını onarsa, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmamız gerekecek. Şu anda Anayasa Mahkemesi’ne yapılmış iki başvurumuz bulunmaktadır. Bunlardan biri, yargılama aşamasında ortaya çıkmıştır: Soruşturma aşamasında Onur Gencer’in herhangi bir siyasi örgütle bağlantısının olmadığına dair verilen ‘kovuşturmaya yer olmadığına’ dair karara itiraz ettik ve bu kararı AYM’ye taşıdık.
 
Diğer başvurumuz ise kolluğun bu saldırı sürecindeki zaaflarını ortaya koyan belge ve bilgilere dayanmaktadır. Onur Gencer’e yönelik yaklaşım tarzı, HDP il binasının 7/24 polis gözetiminde olmasına rağmen saldırının gerçekleşmesi, katilin elini kolunu sallayarak içeri girmesi, saldırının yaklaşık 40 dakika sürmesine rağmen polisin etkin bir müdahalede bulunmaması gibi ciddi ihmaller söz konusudur. Bu çerçevede, kolluk kuvvetleri hakkında bir soruşturma açılması yönünde başvuru yaptık. Ancak idare, kolluk hakkında soruşturma yürütülmesine izin vermediği için iç hukuk yollarını tüketmiş bulunuyoruz ve bu durumu da AYM’ye taşıdık. Ben, yargıdan en azından bu süreçte, barış ve demokratik toplumun inşası çağrısıyla uyumlu olarak, eğer gerçekten bir hukuk devleti olacaksak, bu tür davaların tüm yönleriyle aydınlatılmasına ön ayak olacak bir karar vermesini bekliyorum. Aksi halde, iç hukuk yollarının tüketilmesinin ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruda bulunacağız.