Farklı yaşamlar aynı sözde buluşuyor: Özgürlük (18)

  • 09:01 18 Kasım 2025
  • Dosya
 
Akademisyen Delal Aydın: Kadın ulusun hafızasıdır
 
Melike Aydın
 
İZMİR – Kadının toplumu üreten, hafızayı taşıyan ve kültürü kuşaktan kuşağa aktaran özne olduğunu vurgulayan akademisyen Delal Aydın, ulus-devletlerin dahi kadın bilgisini yok sayarak değil, onun üzerinde yükselerek varlık kazandığını belirtiyor. Erkek egemenliğinin saldırılarına rağmen kesintisiz süren kadın direnişinin bugün dünya çapında bir dönüşümün öncüsü olduğunu ifade ediyor.
 
Kadına yönelik şiddetin devlet, iktidar ve erkek egemen sistem tarafından toplumları yönetmenin ve şekillendirmenin aracı olarak kullanıldığı binlerce yıllık tarih, bugün hâlâ bütün ağırlığıyla sürüyor. Ancak bu karanlık çizginin karşısında, kadın direnişi de aynı ölçüde ve her coğrafyada büyüyor. Rojava’da DAİŞ’e karşı verilen tarihi mücadeleden Latin Amerika’nın kitlesel kadın isyanlarına, Türkiye ve Kürdistan’da yükselen özgürlük hattına kadar dünyanın dört bir yanındaki her bir direniş, erkek egemen sistemin çözülüşünü hızlandıran birikimli bir dönüşüm yaratıyor.
 
Dosyamızın bu bölümünde akademisyen Delal Aydın ile tarihsel erkek egemenliğini ve kadın direnişini, kadına yönelik şiddet çerçevesinde konuştuk.
 
“Kadın direnişi bence hiç kesintiye uğramadı; bizim biraz daha bu sesleri duymamız ve fısıltıyla söylenen bu direniş tarihlerini dinlememiz gerekiyor.”
 
*İnsani değerlerin mimarı anacıl toplumlar kastik katillerce kırıma uğratıldı, erkek egemen devletler tanrıçaları bile tanrılaştırarak hâkimiyet kurdu. İbrahimi dinler ve ardından modernleşme süreçleriyle bu yapılar dönüşse de ağır erkek hegemonyası sürdü. Fransız İhtilali’ne kadar geçen bu uzun dönemde kadınların bir direnişi oldu mu? Bu baskı altında kadın kültürü nasıl varlığını sürdürdü ve bugüne ne tür miraslar bıraktı?
 
Toplumsal yaşamın üretimi; insanların hem biyolojik olarak yeniden üretimi, kadının anneliği gibi,  hem de bütün yaşamı üreten çok temel bir gücü var kadının. Bu yüzden neredeyse bütün iktidar değişimleri bir şekilde kadınları hedef alıyor. Kapitalist modernite dediğimiz şey de bunu yaptı. Daha önceki devlet rejimleri ya da daha sonra cihadistlerin kadına yüklenmesinin böyle bir nedeni var. Çünkü yeni bir iktidar ilişkisi kurulmak isteniyorsa, mesela rejim değiştirmek isteniyorsa en temel düzeyde kadını ya da rolünü dönüştürerek yapabilirsiniz. Kapitalizme geçişte Silvia Federici Ortaçağ'da Avrupa'da cadı avlarını ya da kadınların loncalarda gücünün kırılmaya çalışılmasını anlatıyor. Amerika kıtası sömürgeleştirilirken yine kadınlık, erkeklik, beyazlık, Avrupalılık kavramları aslında sömürgeleştirme sürecinde kuruluyor. Hepsinde yine kadın hedefleniyor. Çünkü kadını ele geçiren toplumu ele geçiriyor ve iktidarını kuruyor.
 
Burada her zaman kadınların direnişlerinin sessizleştirilmesi söz konusu, yani bir epistemik şiddet var. Yani başka türlü olan hikâyelerin, direniş tarihlerinin ya da devrimci sürekliliklerin de hep bir görünmez kılınması, bize aktarılamaması var. Ama aslında aktarılıyor da; masallarda, ninnilerde, şarkılarda ya da bizim farkında olmadığımız geleneklerde görüyoruz. Mesela kahve falı bakmanın binlerce yıllık kökenleri var ya da türbeler, batıl denen inançlar devam ediyor. Aslında kadın bilgisi devam ediyor; Şahmeran ölürken bile kadın bilgeliğini doğaya yayıyor. Dünyanın her yerinde bu var. Bizim biraz daha bu sesleri duymamız, o duyma araçlarını geliştirmemiz lazım. Kadın direnişi bence hiç kesintiye uğramadı. Aslında genel olarak insanların zorbalara karşı direnişi hiç kesintiye uğramadı. En korkunç koşullarda bile. Mesela köle plantasyonlarındaki direniş caz müziği olarak aktarımı var. Biraz daha kulaklarımızı açmamız ve fısıltıyla söylenen bu direniş tarihlerini dinlememiz gerekiyor.
 
“Haiti Devrimi’nde rol alan bir voodoo rahibi var; ‘Beyazların tanrılarını dinlemeyi bırakın, kalbinizde açan özgürlüğün sesini dinleyin’ diyor. Sanırım Sayın Öcalan’ın ya da Spinoza’nın dediği aslında böyle bir şey.”
 
*Abdullah Öcalan’ın da “maddenin var oluşunun amacının özgürlük” olduğu manasında bir söylemi vardı sanırım.
 
Aslında tam da burayla örtüşen bir şey, sanırım bu fikir biraz Spinoza'dan geliyor. Bir Haiti devrimi var, Fransız Devrimi’nden birkaç yıl sonra yapılıyor. Yine bizim sessiz kılındığı için bilmediğimiz bir tarih. Köleler direniş yapıyor ve bir ülke kuruyorlar. “Bütün Haiti'nin vatandaşları siyahtır” diyorlar, aslında beyazlar da var. Polonyalı işçiler var devrime destek veren ama siyahlık üzerinden bir yurttaşlık tanımı yapıyorlar. Yani yeni bir evrensellik ama Batı’nın değil, başka tür bir evrensellik. Haiti Devrimi’nde rol alan bir voodoo rahibi var; “Beyazların tanrılarını dinlemeyi bırakın, kalbinizde açan özgürlüğün sesini dinleyin” diyor. Sanırım Sayın Öcalan’ın ya da Spinoza’nın dediği aslında böyle bir şey. Hepimizin yüreğinde bir özgürlük cıvıltısı var. O, onu izlemekle ilgili bir şey galiba. Bu cıvıltı kadın bedeninde çok bastırılmaya çalışılmış ve bu ne yazık ki coğrafyaları ve tarihsel dönemleri aşan bir şekilde yapılmış.
 
*Kadınların neredeyse avlandığı, kadının kırımdan geçirildiği süreçler yaşanmadı mı? Akabinde anacıl toplumların direnişleri söz konusu olmuş ama devam eden süreçlerde kadınlar yeni ortama bir parça uyumlanmak zorunda kalmış gibi görünüyor. Nesiller birbirinden yalıtılarak erkek egemen bir kültür oluşturulmuş. Bu da biraz kadının yenilgisi değil mi?
 
Baskı altına alınması kesinlikle var. Ama mesela işçilerin fabrikalarda çalışması, işçi sınıfının yenilgisi midir? Tabii ki kapitalistlerin egemenliğinde hareket ediyorlar. Ama yenilgi mi bilmiyorum. Yani bir boyunduruk altına alma var tabii ki.
 
*İşçilik aslında geçmişten aktarılan kölelik değil midir? Anacıl toplum bir noktada yeniliyor ve uzlaşmak zorunda kalıyor. Esir alınanlara bir sözleşme dayatılıyor ve işçilik doğuyor. Yani önce kadın, sonra toplum köleleştiriliyor.
 
Benzer şey sömürgecilik tarihinde var. Sömürgeciler işgal ettikleri yerlerde yaşayan halkları katlettiler ve boyunduruk altına aldılar. Ama oradaki hafıza da, yerli halkların inanışları da bir yandan sürüyor. Yani mutlak bir yenilgi yok. O çok umutsuz yerlere götürür bizi. Egemenlik altına alma var ama bu iki nehir aynı anda akıyor gibi; egemenlerin nehri de, direnişin hafızası da akıyor.
 
*Diyalektik bir süreç işlediğini, yenilgiler olsa da hiçbir zaferin mutlak olmadığını söyleyebilir miyiz? Gaspçı güçlerin kadının ürettiğini tamamen yok edemediği için onunla bir tür sözleşmeye zorunlu kaldığı, kadının da kendi yaşam alanını yaratmaya devam ettiği bir tarihsel akış var. Bugün kadınların özgürlüğe daha fazla yaklaşmasının bu süreçle nasıl bir bağı var sizce?
 
Bu epistemik şiddetin bir yanı da ezilenin, kendisinin daha aşağı olduğuna inanması. Belki yenilgi burada tanımlanabilir. Bu büyük oranda yapılabiliyor. Gerçekten de kadınlar çok uzun yıllar ve dünyanın birçok yerine yayılan şekilde kendilerinin erkeğe göre daha eksik olduğunu kabul etmişti. Ama direnişler de oldu. Tabi bir de tarih her tarafta aynı düzeyde akmıyor. Mesela kadın erkeğin egemen olduğunu içselleştirdiğinde bile kadın dostlarıyla kocasının dedikodusunu yapıyorsa, anneannesinden öğrendiği bazı medikal pratikler yapıyorsa orada aynı anda iki şey birden yaşanıyor demektir. Yani tam bir boyun eğme yok.
 
“Sömürgecilik kapitalizmi yarattı, kapitalizm de ulus devleti yarattı demiyorum; ama bunlar birbirleri için çok elverişli süreçlerdi, birbirlerini mümkün kılan süreçlerdi.”
 
*Fransız İhtilali’nde kadınlar etkin olsa da devrim sonrası görünmez kılındı; Olympe de Gouges eşitlik talebi nedeniyle giyotinle idam edildi. Sonrasında burjuvazinin yükselişi ve ulus devletlerin oluşumu dünyayı yeniden şekillendirdi. Dünya savaşlarında kadınlar fabrikalara girerek hak taleplerini büyüttü. Bu süreçleri düşünürsek: Reform, Rönesans ve modernleşme Avrupa’da kadını nasıl etkiledi? Ulus devlet sistemi kadına nasıl bakıyor ve aristokratik dönemden farkı ne?
 
Kabaca son 500 yıla baktığımızda birkaç gelişmenin paralel ilerlediğini görüyorum. Birisi Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesi, diğeri Afrika kıtasından kölelerin Amerika'ya götürülmesiyle köle emeğine dayanıklı üretim biçiminin kapitalizmi beslemesi. Sömürgeciliğin beşiğinde kapitalizm oluşuyor ve kapitalizme paralel bir şekilde ulus devletler kuruluyor. Ulus devletin kapitalist formu için elverişli olduğunu şuradan biliyoruz; birbirinden çok farklı diller konuşan aynı topraktaki kişilerin dilleri standardize ediliyor, okullarda okuyor ve temel beceriler kazanıp işçi sınıfı oluşabiliyor. Sömürgecilik kapitalizmi yarattı, kapitalizm de ulus devleti yarattı demiyorum. Ama bunlar birbirleri için çok elverişli süreçlerdi, birbirlerini mümkün kılan süreçlerdi. Ve bütün bu süreç pek çok tanımı zorunlu kıldı.
 
Toplumların bireylere atomize edilmesi de aynı dönem. Ya da Batı nedir, Avrupa nedir, kadın nedir, erkek nedir, bunların hepsi yeniden tanımlandı. Onların neleri yapması, neleri yapmaması gerektiği ve bunlar için de yurttaş tanımlandı. Soyut bir kavram olarak insan hakları ve yurttaşlık hakları tanımlandı. Karl Marx, “Yurttaş dediğiniz şey bir soyutlamadır ve altını kazıdığınızda burjuva erkek çıkar” diyor. Bunu daha sonra Hannah Arendt de söyledi. Bütün bu soyutlamalarda aslında gerçek insanların deneyimi yok sayılıyor. Mesela Türk vatandaşı bir soyutlama ve aklımıza gelen kişi Ege şivesiyle değil İstanbul Türkçesiyle konuşuyor. Bu ulus devletin topraklarında yaşayan bütün diğer insanların gerçek yaşam deneyimlerinin yok sayılması demek. Her soyutlamanın böyle bir işlevi var. Bütün bu süreç içinde kadın da bir anne olarak tanımlanıyor. Çünkü hem toplumsal üretimin bir yüklenicisi, yani biyolojik yeniden üreticisi; bir yandan da ulus tahayyülüne gelince ulusun bekçisi gibi. Ulusal değerlerin taşıyıcısı; ulusal dili konuşturan, bir ulusu diğerinden ayıran efsaneleri, masalları bilen anneleri… Bu kez uzun zaman küçümsedikleri, yok saydıkları kadın bilgisine kendi uluslarını tanımlamak için ihtiyaç duyuyorlar.
 
“Ulusal tahayyül de kadını merkeze alır çünkü kadın ulusun hafızası.”
 
*Bu biraz Sümer Rahip Devletlerinde Zigguratlarda topluma davranış kalıplarını, dini ritüelleri, doğurganlığı öğreten rahibeleri hatırlatıyor. Kadına biçilen rollerde benzerlik yok mu?
 
Benzer bir akla işaret ediyor. Kadının bedeninden başlayarak toplumu üretmesi, kadında vücut bulan yaşam gücü. Ne kadar kadınları lafta küçümsemeye çalışsalar da aklı başında herkes bilir ki hem çocuk doğurmaları yüzünden hem de başka birçok şey yüzünden yaşamı kadınlar üretir. Ulusal tahayyül de kadını merkeze alır çünkü kadın ulusun hafızası. Bu hafıza çoğu zaman aslında sonradan keşfedilmiş; kadın bu hafızanın taşıyıcısı, aynı zamanda namusu. Ulus devletin toprağı kadın, yurttaşı da erkek ve bütün o öğeleri taşıyan şey… Yani kadın korunduğunda aslında ulus tamamlanmış oluyor. İkili cinsiyetçi; kadın–erkek üzerinden ulus ve toprağı, vatanı tanımlayan ulustur. Her ulus devlette iki temel şey var: biri ulusun/toplumun toprağı, biri de onun vatandaşları, halkı. Bir yandan o vatandaşlar, halk düzleştirilmeye çalışılıyor; yani tek dile, benzer eğitime, benzer değerlere ve hafızalara sahip olan insanlar olarak yetiştirmeye çalışılıyor. Öbürü de toprak; sınırları belirleniyor ve ulus o toprak üzerinde kendini tanımlıyor. İşte toprak aslında kadın gibi, vatandaş da erkek gibi; biraz öyle bir kurgu var. Kadının emeği ve önemi tanınıyor ama aslında işlevsel olduğu için, taktiksel olarak tanınıyor; o ülkenin kurucu bir öznesi olarak tanımlanmıyor. Özgür bir birey olarak kıymet görmüyor; namusun taşıyıcısı, onurlu bir insan değil, milletin varlığının bekçisi gibi bir şey.
 
*Magna Carta’dan Rönesans ve Fransız Devrimi’ne uzanan Avrupa modernleşmesinin kadına bakışı ile reel sosyalizm deneyimlerinin kadın politikaları arasında nasıl farklar var? 1917 Devrimi kadınlara ileri haklar tanısa da süreç Stalin'le geriledi; bugün Rusya’da kadınlar yeniden erkek egemenliğinin şiddetine maruz kalıyor. Batı’da da kadının metalaştırılması sürüyor. Bu tabloya baktığınızda ne söylersiniz?
 
Batı kapitalizminde de Sovyet deneyiminde de kadının yurttaş olarak tanınması var. Doğu Bloğu dediğimiz yerlerde kadın, işçi yurttaş olarak tanınıyor. Yani emek süreçlerine katılıyor, kadının ev içine hapsolmasının dışında bir alanda yer alması var. Ama gündelik deneyimine baktığımızda ikisinde de bunların çok fazla kurumsallaşmadığını ya da çok yavaş geliştiğini görüyoruz. Mesela kadına yönelik şiddet yasal olarak engelleniyor ama pratikte erkeği koruyucu toplumsal yapılar varlığını sürdürüyor. Ya da kadın işçi olarak fabrikada çalışıyor ama fabrika içinde erkek işçilerle eşit olduğu anlamına gelmiyor. Yani özgür bir özne olarak kadından söz etmek ikisinde de çok mümkün değil.
 
*Şimdiki Rusya'da oligarşi var ve hepsi de erkek. Avrupa da iyi değil ama en azından mecliste kadın temsil oranı yüzde 20 bandında, İskandinav ülkelerinde daha fazla. Yani dünya ortalamasına göre iyi bir konumda. Rusya'da ne oldu?
 
Yeni bir iktidar biçimi örgütlenirken yine kadınları hedef almasını görüyoruz. Sovyetler dönemindeki hakların Batı’dan daha az olmasından değil; yeni kurulan “post-Sovyet” iktidarın aslında ne kadar militarist devlet olmasıyla ilgili bence. Biraz erkek devlet işliyor orada; cihatçılarda da post-Sovyet yönetiminde de. Önceki dönemde kadınlar Batı’dan daha kötü durumdaydı anlamına gelmiyor.
 
*SSCB’nin bir günde yıkılmadığını, giderek erkekleşen ve merkezi otoritenin yoğunlaştığı bir süreç sonucunda çözüldüğünü söyleyebilir miyiz? Marksist sosyalizmin merkeziyetçi yapısı ile Avrupa’nın zamanla Avrupa Birliği şeklinde örgütlenerek sınırları esnetmesi arasındaki fark, kadın haklarının gelişimine nasıl yansıdı? Örneğin Sovyetlerde 1917’de tanınan seçme-seçilme hakkının İsviçre’de çok geç verilmesi, modernleşmenin her zaman eşitlik anlamına gelmediğini mi gösteriyor?
 
Sadece Sovyetler Birliği'nde değil, ondan etkilenmiş ülkelerde, mesela Türkiye, Tunus, Suriye gibi ülkelerde bile kadınlara verilen bazı haklar bazı Batı Avrupa ülkelerinden önceydi. Oysa Putin’in ayıyla dövüşme sahneleri, Rusya’da LGBTİ+’lara aşırı saldırının hepsinde erkek devlet–militarizm ortaklığı görüyorum. Onlar Batı’yı bizim anladığımız şekilde, postkolonyal şekilde eleştirmiyorlar; Batı’yı feminen olmakta suçluyorlar. Cinsiyetçi yaklaşıyorlar. Uzun dönemli hedefleri kadınlar ama çok yakın dönemde hiç tesadüfi olmayan bir şekilde LGBTİ+ haklarına saldırıyorlar. Biraz Trump'ın projesine de benziyor; “Amerika'yı tekrar büyük yapalım” gibi erkek devleti tekrar büyük yapalım türü bir karşı devrim yaşıyoruz. Cihadistler de bunun bir görüngüsü bence. Çünkü yakın zamanda kadınlar evrensel olarak şimdiki güce sahip değildi. Buna karşı bir karşı devrim atağı altındayız bence.
 
“Yeni bir iktidar rejimi kurulmaya ya da kontrol altına alınmaya çalışılıyorsa o toplumun omurgasını kırmanız gerekir; en açık hedef de kadınlar.”
 
*Ortadoğu 18–19’uncu yüzyıllardan itibaren, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise hızla Batılılaştı ancak bazı kadın hakları da bu sayede ortaya çıktı veya gelişti. Ortadoğu’yu, belki reel sosyalizmin etki alanındaki ülkeleri de bu kategoriye katabiliriz (Doğu Avrupa, Kafkasya, Orta Asya ülkeleri). Bu gelişme aristokratik erkeğin aslında kendini modern görüntüyle kamufle ettiği, sistemini kamuflaja göre düzenlemiş gibi görünüyor. Günümüzde Ortadoğu’da cihadistlerin ortaya çıkmasını, devletlerin otoriterleşmesini nasıl yorumlamak gerekir? Tekçi erkek devletler geri mi geliyor? Cihadistlerin hedefinde neden kadın var? 
 
Yeni bir iktidar rejimi kurulmaya ya da kontrol altına alınmaya çalışılıyorsa o toplumun omurgasını kırmanız gerekir. En açık hedef de kadınlar. Mesela IŞİD, bir yandan arkaik bir “altın çağ”dan bahsediyordu, bir yandan da son derece modern araçları, mesela interneti kullanıyorlardı. Yani ideoloji olarak arkaikti ama Rakka'da oldukça bürokratik bir devlet işleyişi kurmuşlardı. Kendilerine yeni bir toplum yapısı inşa etmek istiyorlarsa, kadını egemenlik altına alır ve aileyi yeniden tanımlayabilir. Şeriat olarak tanımladıkları yeni toplumsal değerleri kurabilecekleri bir alanı kadın üzerinden yaptılar. Kadınları kafese koydukları görüntüler aslında simgesel terördü. Bu, korkunç bir iktidar iddiası değil midir? Hem gündelik olarak yeni bir rejimi kurmak için hem de kendi iktidarlarını kabul ettirmek ve bunu sembolik terörle de kabul ettirmek için kadınları hedef alıyorlardı.
 
Başka biçimlerde de mesela Rusya'da bugün olan, IŞİD gibi değil ama birtakım süreçler bence benziyor: Erkekliğin egemenlik ile tekrar eşitlenerek performe edilmesi; Putin’in ayıyla güreşi ya da LGBTİ+’lerin hedef alınması. Orada Rojava direnişi çok önemliydi. Köy köy haritalar siyaha boyanıyordu, IŞİD işgali vardı. Gerçek olamayacak kadar görünür bir dehşetti. Bütün o performansı, o sembolik vahşeti kadınlar altüst etti. Rüya gibiydi. Putin, Trump… Bütün o ağ, bu erkeklerin son performansı altüst edilecek. Bence çok da uzak bir zamanda değil. Z kuşağı deniyor ya, o kadar iyi ki. Bence biz erkeklerin son performansını, son çırpınışlarını izliyoruz.
 
“Bence gerçekten de kadın yüzyılı; artık insanlığın başka bir aşamasına geçiyoruz.”
 
*İnsanlığın tarihini şiddet üzerinden okuduğumuzda, kadına şekil vermenin, kadın üzerinden topluma şekil vermenin tarihi diyebilir miyiz? Kürt kadın hareketi bu anlamda neleri değiştirdi? Kadın devrimi belki de eskatolojik bir devrim olarak çağlara damgasını vuracak; bu çağa kadın yüzyılı diyebilir miyiz?
 
Şiddet meselesi insanlık tarihinin her zaman bir parçasıydı. Cengiz Han ve çocukları, torunları vahşet uyguladılar, kırım yaptılar ve bu kırımın çok önemli parçası da tecavüzlerdi. Erkeklerin DNA'sından takip edilebilen bir hat var. Oradan bakıldığında yanlış hatırlamıyorsam erkeklerin hâlâ 200’de biri Cengiz Han'ın soyuydu. Yani bu kadar korkunç bir tecavüz ve vahşetten bahsediyoruz. Ama Cengiz Han ırkçı değildi. Çünkü ırkçılık son 500 yılda ortaya çıkan bir egemenlik biçimi. 500 yıl önce böyle bir şey yok. Kleopatra'nın ten rengini bilmiyoruz. Güzeldi, çirkindi, burnu şöyle, ten rengi böyle… Bunlar bizim yeni algımızda var. Yani kadınları, şiddeti, kadına yönelik şiddeti de değerlendirirken bazı şeylerin tarihsel sürekliliği var. Bazıları da bazı bağlamlarda önemli; yani ırkçılık gibi. İnsanlığın çoğu böyle ikici bir iktidarcı ve erkeksi düşünmeye çok sahip değil. Patriyarka belki çok güçlü ama ne oranda güçlüydü? Batı çok düzlüyor ve çok soyutluyor. Biz aynısını yapmayalım. Bence gerçekten de kadın yüzyılı. Artık insanlığın başka bir aşamasına geçiyoruz. Kadınlarla erkeklerin ilk kez bu kadar ve bütün gezegende eşitlenmesi var; aynı anda ve bence tesadüf değil. 
 
Abdullah Öcalan’ın paradigması da dekolonyal düşüncenin bir parçası. Batı epistemolojisinin tek yönlü ve lineer tarih anlayışı olan bir epistemolojisi değil; daha çoğul. Bundan sonra ne olur tam olarak bilemeyiz ama bir devir gerçekten güçlü bir şekilde sona eriyor. Bu, tek yerdeki büyük bir devrim gibi olmuyor; her yerde ve saygın birçok mikro devrim gibi oluyor galiba.
 
Yarın: Şiddetle mücadelemize öz savunma ile başlamalıyız