Kapalı kapılar ardında açan şiirler…

  • 09:02 6 Mayıs 2025
  • Kültür Sanat
Nazlıcan Nujin Yıldız
 
İZMİR - “Kuşlarını Kaybetmiş Ağaç” adlı şiir kitabını yazan tutsak Mahsume Şedal, üretmenin cezaevindeki mücadelenin bir parçası olduğunu belirterek şöyle dedi: “Tecrit altında ortaya çıkan her üretim, dışarıyla kurduğumuz anlamlı bağın bir ifadesi, eylemin son halkasıdır.”
 
Colemêrg’in (Hakkari) Gever (Yüksekova) ilçesinde 1977 yılında dünyaya gelen Mahsume Şedal, genç yaşta mücadele ile tanışır. Mücadelenin etkileyici dönüşümünü kendinden yaratan Mahsume Şedal, yönünü özgürlük mücadelesine verir. Uzun yıllar Kürt özgürlük mücadelesinde yer alan Mahsume Şedal, 2004 yılında tutuklanır. Sırasıyla Gebze, Sincan ve Şakran Kadın Kapalı Cezaevi’nde kalan Mahsume Şedal ardından Şakran Kadın Kapalı Cezaevi’ne sürgün edilir. Hala Şakran Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutsak bulunan Mahsume Şedal, cezaevinde kaleme aldığı şiir kitabı “Kuşlarını Kaybetmiş Ağaç” 2024 yılının Aralık ayında, Aram Yayınları’ndan çıktı. 
 
Şiir kitabı kadınlara atfedildi 
 
28 şiirden oluşan şiir kitabını kadınlara atfeden Mahsume Şedal, cezaevlerinde verilen mücadelenin yazdığı şiirlere olan etkisine ve mücadelenin bir parçası olarak üretebilmenin önemine dikkat çekerek, “Dört duvarlar içinde olsak da toplumla olan bağımızı hiç koparmadık” diyor. Mahsume Şedal, şiirlerini kadınlara atfettiğini, kitabının ilk sayfasında şu cümlelerle açıklıyor: “Bu şiirler kadınlara ait. Özgürlük için ölümsüzleşen, ‘kadın cinayeti’ adı altında katledilen, intihara sürüklenen, küçük yaşta hayatını kaybeden ve eril zihniyetin vahşetine maruz kalan, kat kat çarşafların altına gömülen, şiir yazan, dans eden, kendini ve yaşamı doğuran tüm kadınlara.”
 
Abdullah Öcalan’ın gönderdiği mektup 
 
Mahsume Şedal, sorularımızı yanıtlamadan önce, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın, 2015 yılında kadın bir tutsağa gönderdiği mektubundan alıntı yaparak şunları söyledi: “Kadın gerçeğe, erkeklere göre Demokratik Ulus Çözümü’ne daha yakındır. Kadının fazla bozulmamış doğası, dürüst ve samimi özelliği, daha güven verici ve yapıcı olmakla beraber, fazlasıyla güçsüz duruma düşmüştür, düşürülmüştür. Bu güçsüzlük, egonun sistemin karşısında sığınmacı duruma düşmesini getirebiliyor. Erkek gerçeği ise daha uygarlıkçı ve ulus devletçidir. Yalana dolana fazla bulaşmıştır. Bu da onu fazla hesapçı hale getiriyor. Tekilci kılıyor. Önemli olan kadının bu avantajını demokratik modernitenin, demokratik ulus paradigmasını güçlü özümseme temelinde pratik öncülük düzeyine taşıyabilmesidir. Kadın bunun başarma sorumluluğuyla yükümlü olduğunu asla unutmamalı. İsteyeceğim tek bir şey var, o da kendilerini doğru temelde eğitmeleri, yoğunlaşmalarına derinlik ve nitelik kazandırmalarıdır.”
 
*Cezaevinde yazar olmanın zorlukları neler? Orada verilen mücadelenin yazılara/şiirlere olan etkisi ne oluyor?
 
Kendimi bir yazar olarak tanımlamıyorum. Okumayı, yazmayı, kelimelerle oyun oynamayı, onlara anlam katmayı seviyorum. Böylece kendi hakikatlerine kavuşmuş oluyorlar. Eskiden yazıp yazıp yırtardım. Duygularım bana ait derdim. Yoğunca eleştiri aldım. Sonra bir defter aldım. Aklıma gelen dörtlükleri yazmaya başladım. Bir daha yırtmadım. Bunda arkadaşlarımın payı, desteği ve ısrarı etkileyici oldu. Hani hep söylenir ya insan hayatında bir dönüm noktası vardır diye, benim de yazmaya karar verdiğim andı. Sanırım demlenme sürecimin dolmasını bekliyormuşum. Çayın içmeye hazır olduğuna inandığımda ikram etmeye başladım. Umarım güzel olmuştur. Zindanın zorluklarını sıralamaya sayfalar yetmez ama ben kaplumbağa ve tavşanın yarışına benzetiyorum. Kimi zaman ağır ağır ilerlersin, iç ve dış etkenlerin karmaşıklığına ayak uydurmak zorunda kalırsın. Duygu, düşüncelerin ve ruh halini etkiler birçok şey ve gidebileceğin tek yer havalandırma. İşte o yolculuk içinde zihnini toparlayamazsın. Sonra kuş cıvıltılarıyla kendine gelir, koşmaya başlarsın. Defter yaprakları hızlı hızlı dolar, taşar. Böylece döngü tamamlanmış olur. Yani galibi yok bu yarışın. Sadece yol alma vardır. Mekanların yazılara, şiirlere yansıması elbette olur. Zindan soyut bir dünya. Bu dünyayı her daim canlı tutmak kolay değil, hem de hiç. Günün yirmi dört saati duygu ve düşüncelerin tecrit altında ve sen onları özgür kılmanın mücadelesini amansız veriyorsun. Zindanda herkesin kendini ifade etme biçimi farklı oluyor. Kendi özgünlüğünü ortaya çıkarma, yansıtma biçimi farklı. Kimi şiir, öykü, roman veya araştırma yazılarına akıtır duygu düşüncelerini. Zindanda her deneyim, gözlem, yetenek kendi yolunda akar, göle kavuşur. Yani hem gönüllülük hem de sorumluluk duygusudur, kendini anlatma isteğidir bize yazı yazdıran.
 
*Kitabınızı yazdığınız süreçte en çok ilham aldığınız şey ne oldu?
 
Çok şey. Hayatta karşınıza çıkan kimi kareler vardır, asla unutamadığınız. Bu bazen bir söz olur, bazen bir resim karesi ve bazen de yaşanmışlıklar.. Şöyle düşünün, hayatın üzerinize boca ettiği bir parfüm şişesi gibi. O yoğun koku size ağır gelir, öyle değil mi? Ne yapsanız o kokuyu hafifletemezsiniz. Biraz zamana ihtiyaç duyarsınız. Kokunun tende kaybolması için. Bu bekleyiş anı, zihin ve duygu savaşına dönüşür. Ta ki sabır kendini gösterinceye kadar. Ondan sonra başka bir parfüm alırsınız. Ama o ilkini hatırlarsınız hep. Çünkü zihinde öyle bir yer edinmiştir ki kokuyu unutamazsın. Güzel bir koku insanın hayatında neye yol açar? “Kuşlarını Kaybetmiş Ağaç’ı, Adalı’nın (Abdullah Öcalan) bir görüşmesinde (yıllar öncesiydi) söylediklerinin bende yarattığı etkiyle kaleme almıştım. Yakınlarındaki ağacın kesilmesinden kaynaklı artık kuşların gelmediğini ve seslerini duyamadığını söylemişti. Bu örnek tek başına derin anlamlar içeren, insanı soluksuz bırakan bir gerçekliği ifade ediyor. Unutulmaz da. Yine o duyguyla kalemine sarılırsın. Aslında şiirlerim, unutamadıklarımın bir resmi. Zaten zindanlar, doğadan hiçbir iz bırakılmaması için özenle inşa edilen mekanlardır. Güneş ve topraktan, kadın doğasından uzaklaştırılmanın yeridir. Bu anlamda tek misafirimiz kuşlardır ve zindanlarda özel bir yeri vardır. Bu duvarlara hayat veren, adeta biz ve kuşlar oluyoruz. 
 
Sincan Cezaevi’nde olduğum yıllardı. Bir gün havalandırmayı yıkamak için bir kovaya su doldurmuştuk ve içine de çamaşır suyu eklemiştik. Bir arkadaşın seslenmesiyle yanına vardığımda yuvasından düşmüş bir serçe yavrusu gördüm. Can çekişiyordu. Hazırladığımız suyun içine düşmüş, çok su içmişti. Öyle ki balon gibi olmuştu ama hala yaşıyordu. Yavaş yavaş içtiği suyu midesinden çıkardık. Temiz su içirdik. Peçeteyle kurulayınca inanılmaz bitli olduğunu gördük. İnanır mısın, peçete bitten siyaha dönüştü, inanılmazdı. Kuşun bitlerini de ayıkladık. Bütün bunları yaparken yavrunun anne ve babası yanımızdan bir saniye bile ayrılmadı. Etrafımızda sürekli soluksuzca ötüp durdular. El birliğiyle yavruyu hayata döndürdük. O serçeler on dört yıl geçmesine rağmen halen de orada. O yavrunun sıcaklığını, avuçlarımda hissederim hep. Yine Barış Anneleri’nin yavrularından (evlatlarından) bir haber almak için amansız bekleyişleri. Yine nesilden nesille acı ve güzelliklerle verilen direniş.. Bunun doğurduğu mücadele gerçekliğimiz.. Kurulan manevi bağlar.. Doğayla harmanlanmış hayatların yanı sıra aşk ve tutku.. Bunlar gibi onlarca yaşanmış hayat karelerinden ilham alarak yazıyorum. Hayat karelerini birleştiren kelimelerin dansıdır benimkisi.
 
*Cezaevinde üretebilmek mücadelenin bir parçası da aynı zamanda. Peki bu üretimin önemi nedir?
 
Evet, mücadelenin doğal bir parçası. Bitmez, tükenmez granit dalgaları gibi. Düşünün, sürekli sürekli kendi dinamizminin içinde bir oluşum halinde güçlü, sağlam ve değişimin kavgasını veriyor. Bizler de zihnimizi kısırlaştırmaya çalışan bu sistemde bir mücadele içindeyiz. Çünkü hayatı seviyoruz. Geleceğe dair umutlarımız var. Bunu da yazarak, çizerek, okuyarak ve üreterek hayata bir damla katkı sunmak mutlu ediyor. Çünkü ürettiklerin, tecrit koşullarında doğurdukların, dışarıyla ve toplumla kurduğun anlamın köprüsü eylemin son durağı oluyor. Yani edinilen birikim ve deneyim, form kazanmış oluyor. Aynı zamanda esarete duyulan öfke, içsel bir potansiyelle dönüştürmenin sınavı haline geliyor.
 
*Yıllardır cezaevinde olmanıza rağmen toplumla aranızdaki bağ nasıl bu kadar güçlü? 
 
Yazdığım kitabı kadınlara atfetmiştim. Tarihten günümüze kadar onlarca badireler atlattık. Esir alındık. Köleler gibi evlere kapatıldık. Dört duvar arasında duygu ve düşüncelerimiz yok sayılıp inkâr edildi. Sonra mücadeleyle birlikte isyan ettik. Var olmanın sancısını artık taşıyamaz olup sokağa, dağlara çıktık. Şimdi ise özgür bir yaşamın temel taşı olduğumuza ikna olduk. Taşın güzelliğini, farklılığını, renkliliğini, sağlamlığını işletmeyi bilmemiz gerekiyor. Bu defa biz bize yapmalıyız. Toprağın doğayı canlandırdığı gibi kadının farkındalıklarının bilinciyle, toplumu demokratikleştirmenin özgürlük bilinciyle yol almasını ve her yerde örgütlülüğünü oluşturmasını elbette ki çok isterim. ‘Jin jiyan azadî’ sloganının ruhunu iyi okumak gerekir. Kadın, yaşam, özgürlük.. Yıllardır cezaevinde olan bir Kürt kadın olarak şunu belirtmek isterim; dört duvarlar içinde olsak da toplumla olan bağımızı hiç koparmadık. O bağ bir çınar ağacı gibi günden güne büyüyor ve büyümeye devam edecek. Manevi bağlar bizleri bir arada tutan değerler bütünüdür. Bunun için de okuyor, çiziyor ve yazıyoruz.”
 
*En sevdiğiniz şiirinizi paylaşır mısınız?
 
Yazdığım her şiirin bir hikayesi ve anlamı var. Her anlamın oluşturduğu duygu ve seslenişi var. Bir dönem Batman’da kadın intiharları çok oldu. ‘Ömür’ şiirimi ölüme sürüklenen kadınlara atfen yazdım. O genç kadınlarla ilgili yazılanları okudum, unutamadım. Zihnimi uzun süre meşgul etti. Çok etkilendiğim olaylardı. O güzel genç kadınların ben de bıraktığı kareleri şiire dökmeye çalıştım. Umarım beğenilmiştir. Kadın yoldaşlığını, kadınla yol almayı kaybetmeden bilmek önemli. 
 
“Kasvetli bir güne uyanıyorum, içimde tarifsiz bir acı
 
Dalga üşümesi gibi açılıyorum
 
Zaman içinde yolunu kaybetmiş bir yolcu
 
Öylece yürürdüm çam ve toprak kokulu patikada
 
Soğuk kış gecelerini ısıtan her adımda
 
Daha bir yaklaştıran beni kasvetin buğusuna
 
Bugün sis düşmüş vadinin derinliklerine, içim üşüyor
 
Uzun pardösüme gömülüyorum
 
Güneş bize uzak, parlaklığını solmayan sarmaşıklara bırakmış
 
Yol aldıkça, sisin bahara kucak açışını görüyorum
 
Ruhum daralıyor bu kentte
 
Ondan terk ettim
 
Kendimi yeniden bulmak için
 
O kalabalık, gürültülü sokaklar, yalnızlığımın aynası olmuştu
 
Boğuştum, hem de çok
 
Aynadaki gölgemi kırıp parçalamayı denedim, olmadı
 
Olduramadım
 
Hayat boyu nereye gitsem, hep benimle sürüklendi durdu
 
Halbuki çocuk gülüşü, bir anne sıcaklığıyla, sevgisiyle doluydu yaşam
 
Ama bir kere, doğunun kum fırtınasına yakalanmıştım
 
Dönüşü olmayan bir yol
 
Oradan oraya savrulan göçmen kuşlar gibi
 
Henüz 19’unda
 
….”