CPT İmralı’yı neden ziyaret etmedi?

  • 09:02 5 Mart 2024
  • Hukuk
 
Melek Avcı
 
MÊRDÎN - Bin günü aşan habersizlik halinin hakim olduğu İmralı’yı CPT’nin Türkiye engellemesiyle ziyaret etmediği görüşleri sürerken, Avukat Rengin Ergül, spekülasyonlara geçit veren ve buna karışan CPT’nin İmralı’dan sonra artık varlığının sorgulanır ve meşruiyetinin tartışılır olduğunu belirtti.
 
Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi (CPT), 13-22 Şubat tarihlerinde Türkiye’ye ziyaret gerçekleştirildiğini açıkladı. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın  26 yıldır ağır tecrit koşullarında tutulduğu, 36 aydır hiçbir şekilde haber alınamadığı İmralı Adası’nı ziyaret etmeyen CPT, konuyla ilgili “Ziyaret vesilesiyle heyet, şu anda İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Hapishanede tutulan mahkumların durumuyla ilgili, özellikle dış dünyayla temaslarıyla ilgili bazı konuları da ilgili makamlara gündeme getirdi” açıklaması yaptı. İmralı’yı ziyaret etmeyip görüşmeler yapan CPT’ye tepkiler sürerken konuyu Avukat Rengin Ergül ile görüştük.
 
“Türkiye’nin adım atmaması karşısında CPT’nin de çözüm üretemediğini, kendi işlevini yerine getirmediğini görüyoruz. YGC’lere dair hangi cezaevlerini ziyaret ettiklerine ilişkin listeyi açıklamışlar ve bu yeni açılan cezaevlerinin hemen hemen hepsinin örnek aldığı pilot cezaevi İmralı Cezaevi’dir.”
 
*Şubat ayında Türkiye’ye gelen CPT heyeti en büyük tecridin yaşandığı İmralı Cezaevi’ni ziyaret etmediğini açıkladı. Bu açıklama büyük tepkilere neden oldu ve hala yankıları sürüyor. CPT’nin İmralı’yı es geçerek yaptığı ziyaretine dair ne söylersiniz?
 
CPT Türkiye ziyaretine dair yayınladığı açıklamasında öncelikle gündeminin yüksek güvenlikli cezaevleri ve S Tipleri olduğunu ve bir diğer odak noktasının kadın ve LGBTİ mahpuslar olduğunu belirtmiş. Bu açıklamanın devamında ise İmralı’ya dair Türkiye’deki kurumlarla görüşme gerçekleştirdiğini ve özellikle dış dünyayla iletişim konusunda yapılandırılmış görüşmeler yapıldığını iddia ediyor. Şimdi öncelikle yüksek güvenlikli bir cezaevi ziyareti söz konusu olacaksa bu YGC’lerin pilot olarak uygulandığı ilk yer İmralı’dır.  İmralı’yı CPT bizzat kendi tespitleriyle incominicado olarak açıklıyor; dış dünya ile tamamen iletişimin kesildiği ve hiçbir haberin alınmayan bir alıkoyma biçimi olarak tespit edilmişti. CPT yine 2022’de başka bir gündemle geldiği Türkiye’de İmralı’yı ziyaret etmişti ancak buna dair raporunu açıklamamıştı. Türkiye’nin adım atmaması karşısında CPT’nin de çözüm üretemediğini, kendi işlevini yerine getirmediğini görüyoruz. YGC’lere dair hangi cezaevlerini ziyaret ettiklerine ilişkin listeyi açıklamışlar ve bu yeni açılan cezaevlerinin hemen hemen hepsinin örnek aldığı pilot cezaevi İmralı Cezaevi’dir. Dolayısıyla bu sorunu ortadan kaldırmanın başlangıç noktası İmralı olmalıdır. CPT 2022 tarihli raporunu açıklamadı, biz açıkla diyorduk ama artık raporu açıkla demek de yetersiz bir taleptir, çünkü 2022’den bu yana bir buçuk yıla aşkın bir zaman geçti ve yine haber alınamadı. CPT’nin bu konuda yapısal görüşmeler yapmaktan öte bir ziyaret gerçekleştirmesi ve bu ziyaretten sonra kurumlar üzerinde baskı uygulayıp adım attırması gerekiyordu. CPT’nin tam olarak işlevini yerine getirmediği bir pozisyondayız.
 
“Arka plan görüşmeleri CPT’nin daha etkili adım attırmasını sağlamaktır; işkenceyi saklamak için değil. CPT’nin arka plan görüşmelerinin bu kadar gizemli ve üstüne spekülasyonların üretilecek duruma gelmesi aslında CPT’nin sözleşmeye dayanan varlığını tartışmaya açan bir durum.”
 
*Bu ziyaretin yapılmamasına dair birçok iddia ve görüş ortada dolaşıyor. Bunlardan biri aslında CPT’nin İmralı’yı ziyaret amacıyla da geldiği ancak Türkiye içinde yapılan görüşmelerde bundan vazgeçtiği söyleniliyor. Uluslararası bir mekanizmanın bu şekilde işlemesi mümkün mü?
 
CPT Avrupa Konseyi altında bir uluslararası denetleme mekanizması olarak AİHM’den ve Bakanlar Komitesi’nden ayrılıyor. AİHM ile Bakanlar Komitesi hükümete gönderdikleri ve hükümetten aldıkları yazılı resmi görüşmeleri aleni olarak paylaşırlar ama CPT’nin şöyle bir yetkisi de var sözleşmenin tarafı devletlerle arka planda görüşmeler yapmak gibi bir pozisyonu var. Bunun sebebi CPT’nin daha etkili adım attırmasını sağlamaktır; gizli görüşmelerle değil ama kapalı görüşmelerle daha çok devletleri yaptırıma zorlayıp adım attırmak. Bunun sebebi kamuoyundan bilgi gizlemek değil, bunun sebebi işkencenin yapıldığını saklamak değil. Dolayısıyla CPT’nin arka plan görüşmelerinin bu kadar gizemli ve üstüne spekülasyonların üretilecek duruma gelmesi aslında CPT’nin sözleşmeye dayanan varlığını tartışmaya açan bir durum. Bu tür iddiaların olması insan hakları açısından yani Avrupa kıtasının insan hakları noktasında iddiası var ve bu mekanizmaların meşruluğu buradan geliyor, bu mekanizmalara güvenimiz de buradan geliyor. Eğer bu mekanizmalar insan hakları iddiasını dayandıkları sözleşmelere göre uygulamayacaklarsa, sözleşmeye taraf ülkelerin coğrafyasına uygun olarak gizli kapılar ardında spekülasyonlara açık olarak uygulayacaklarsa o zaman bunların meşruiyetini tartışmaya açmamız gerekiyor. 
 
Belki bu çok radikal gelebilir ama dünya için yeni insan hakları örgütlerinin, mekanizmaların kurulması ya da bu insan hakları söylemi üzerinden daha çok tartışma kuracağımız mekanların oluşması gerekiyor çünkü şuan gördüğümüz CPT de AİHM de işlevini yerine getirmiyor. Öyle bir noktaya geldik ki Türkiye’de artık Anayasa Mahkemesi de işlevini yerine getirmiyor. Bu mekanizmaların meşruiyetini kabul eden iktidarların, bu kararları kabul etmemesi kararları uygulamaması karşısında hem bu iktidarları hem de mekanizmaların yeniden yapılandırılmasını tartışmamız gerekecek.
 
“AKP’e zihniyetiyle çalışan ve İmralı’yı gündemine almayan ulusal önleme mekanizması TİHEK’in muhatap alınması yerine uluslararası kurumların daha çok bağımsız sivil toplum örgütlerinin görüşlerine açık olması ve onları esas alması gerekiyor.”
 
*Bir diğer yandan siz de bahsettiniz, CPT, yetkililer ile “yapılandırılmış görüşmeler” gerçekleştirdiğini iddia ediyor, bu yapılandırılmış görüşmeler ve yetkililer kim? Ziyaret yapılmadan iletişimi sıfıra indiren iktidarın söylemlerini esas almak ne kadar doğru?
 
Birleşmiş Milletler İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi’nde bir ek protokol yer alıyor ve bu ek protokolde sözleşmeye taraf bütün ülkelere ulusal önleme mekanizması şartı getiriliyor. Türkiye’de ulusal önleme mekanizması Türkiye İnsan Hakları Kurumu’ydu ancak bu kurum kapandı. Ardından Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) Bakanlar Kurulu tarafından kuruldu. Bu kurum tam bir AKP kurumu. Bu ulusal önleme mekanizmalarının asıl işlevi bütün kapatılma yerleri, hapishanelerden huzur evlerine kadar devletin bütün kapatılma yerlerinde haber vermeksizin inceleme ve rapor verme yetkisi var. Bu eskiden TİHEK’teydi o zamanda bağımsız değildi ancak şu ankine göre görece daha iyi bir kurumdu. Şu anda ise TİHEK tamamen AKP zihniyeti ile hareket eden bir kurum; cezaevi raporlarını takip ettiğinizde hak ihlallerini görünmez kılan raporlar yayınladığını ve kendi hassasiyetlerine göre yaklaştıklarını görebilirsiniz. Bu kurum kadınların ihtiyaçlarından LGBTİ mahpusların ihtiyaçlarına kadar birçok noktaya değinilmekten kaçındığını görebilirsiniz. 
 
Bu kurumun bugüne kadar İmralı’yı gündemine aldığına dair bir şey görmedim sitelerinde, arka planda yaptılarsa bilmiyorum. Bu kurumun Türkiye’deki tüm cezaevlerini habersiz ziyaret etme ve raporlarını yayınlama yetkisi var ve bu kurum uluslararası kurumların muhatap aldığı bir kurum. Hem BM mekanizmaları hem de Avrupa Konseyi mekanizmaları muhatap alıyor ancak TİHEK’in incelemesi yapıldığında adli tıp kurumu gibi bağımsız ve özerk olmadığı, AKP yapısı gibi işlediğini görebiliriz. O nedenle TİHEK’in muhatap alınması yerine uluslararası kurumların daha çok bağımsız sivil toplum örgütlerinin görüşlerine açık olması ve onları esas alması gerekiyor. CPT’nin Türkiye’ye geldiğinde çeşitli insan hakları kurumlarıyla görüştüğünü biliyoruz ancak ulusal önleme mekanizması olarak TİHEK ile de görüşüp fotoğraf verdiğini biliyoruz. Dolayısıyla görüştüğü TİHEK’in ulusal önleme mekanizması olarak etkili olmadığı, daha çok işkenceyi görünmez kıldığını ve İmralı’yı gündeme almadığını söyleyebiliriz.
 
“İnsan haklarını bu kadar teknik bir meseleye indirgemeye de gerek yok, 36 ayı aşkın süredir haber alınamayan bir siyasi mahpus; bir halkın önder olarak gösterdiği, bir halkın çözüm noktasında irade olarak gösterdiği bir mahpustan yıllara aşkın süredir haber alınamıyor. Öcalan kelimesi sihirli bir yasaklı kelimeye dönüşmüş durumda”
 
*Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde işkenceye ilişkin oylama yapılmıştı ve bir rapor hazırlandı. Burada Türkiye'nin İmralı'da tecrit uyguladığı ve Öcalan-2 kararına rağmen fiziki özgürlüğü konusunda herhangi bir adım atılmadığı yönünde hukuki tespitler yapıldı. Ayrıca CPT raporlarına dair de önermeler içeriyordu bu konuda değerlendirmeniz nedir?
 
CPT’nin raporları açıklaması sözleşmenin 10. Maddesi 2. Fıkrasında da, eğer taraf devlet sözleşmeyi uygulama noktasında adım atmıyorsa CPT taraf devletle işbirliğini sonlandırabilir, taraf devletin icazetini beklemeden raporları yayınlayabilir. Şimdi hukukçular bunu madde madde tartışabilir, bu bir hukuki ve anlaşılmaz bir tartışmaya dönebilir ancak kamuoyu için bilmemiz gereken çok net bir şey var; işkence yasağı ile koruma altına alınan insanlık onurudur ve insanlık onuru sadece işkence gören kişinin onuru değil, bütün insanlığın onurunu ilgilendirir. Dolayısıyla işkencenin önlenmesi konusunda yetkisi ve görevi olan kurumlar bütün insanlığa karşı bu işkenceyi sonlandırmak ve görevini yerine getirmek zorundadır. Bunu oturup tane tane maddeler ile izah etmeye gerek yok. İnsan haklarını bu kadar teknik bir meseleye indirgemeye de gerek yok, 33 aya aşkın süredir haber alınamayan bir siyasi mahpus, bir halkın önder olarak gösterdiği, bir halkın çözüm noktasında irade olarak gösterdiği bir mahpustan yıllara aşkın süredir haber alınamıyor. Yaşadığına ya da işkence görüp görmediğine dair bilgi alınamıyor ve konuda uluslararası mekanizmalar da basiretsiz davranıyor. Bunu tespit etmek ve bu mekanizmaları zorlamak gerekiyor. 
 
Türkiye’deki bütün mekanizmaları, Meclis’ten sokaklara kadar bütün mekanizmaları kullanmak gerekiyor. Bunu can alıcı olarak ortaya koymak lazım. Evet, bu ülkede Öcalan kelimesi sihirli bir yasaklı kelimeye dönüşmüş durumda. Şöyle düşünelim sizin evinizden bir çocuğunuz ailenizden bir yakınınız bir gün alınıyor tutuklanıyor ve siz 36 ayı aşkın süredir bu kişiden haber alamıyorsunuz. Türkiye’de buna ses çıkarmayacak tek bir insan bulabilir misiniz, ses çıkarmamayı haklı gösterecek tek bir kişi bulamazsınız. Hele de bir halkın muhatap ve özne olarak gösterdiği Sayın Abdullah Öcalan nezdinde ise. Devletin bir işkence faili olarak bir yaşam hakkı ihlalinin potansiyel faili olarak görülüp Sayın Abdullah Öcalan’ın içinde bulunduğu koşulları böyle değerlendirmek gerekiyor ve bu tecridi bir an önce sonlandırmak gerekiyor.
 
“ÖHD olarak, bağımsız herhangi bir avukat olarak da yüzlerce başvuru yapıldı. Onlarda tıkanmış durumda. İnsan hakları noktasında bir devlete bir mekanizmaya adım attırmak maalesef bir hukuki başarıdan çok kamuoyunun o talebe sahip çıkmasıyla mümkün oluyor. Kamuoyunun o talebe sahip çıkması gerek.”
 
*Son olarak şunu sormak istiyorum, yüzlerce hatta dünya geneli baktığımızda binlerce başvuru, milyonlarca imza tecride karşı toplandı. Artık bu aşamadan sonra neler yapılmalı çünkü başvurulara tek bir yanıt alınamazken görüşler reddediliyor?
 
Bu soruya bir hukukçu olarak cevap verecek olursam biz bilgimiz dahilinde, bildiğimiz ve yapabileceğimiz bütün başvuruları yaptık. Bunu Sayın Öcalan’ın avukatları ayrıcı yapıyor, ÖHD ayrıca yapıyor, bizimle dayanışma içinde olan uluslararası avukatlar, insan hakları dernekleri ayrıca yapıyor. Bakanları Komitesi önünde yürüyen bir süreç var; umut hakkına ağırlaştırılmış müebbet hapsin yasalardan kaldırılmasına dair ve o süreç yine tıkanmış durumda. Bakanlar Komitesi’nin işleyişine aykırı bir biçimde yıllardır sürüyor ve Türkiye’ye bir adım attırılmış değil. CPT’nin önünde tecridin sonlandırılmasına dair bir süreç var ve buna dair de ÖHD olarak, bağımsız herhangi bir avukat olarak da yüzlerce başvuru yapıldı. Onlarda tıkanmış durumda. Hukuken her şeyi yaptığımızı düşünüyorum ve yapmaya devam edeceğimizi söyleyebilirim. Ancak bu noktada hukukçular olarak şunu söyleyebiliriz bizim Türkiye’de son yıllarda hem de dünyada da insan hakları noktasında bir devlete bir mekanizmaya adım attırmak maalesef bir hukuki başarıdan çok kamuoyunun o talebe sahip çıkmasıyla mümkün oluyor. Kamuoyunun o talebe sahip çıkması, yüksek sesle ve her yerde ifade etmesi gerekiyor. 
 
Dediğim bu sokaktaysanız sokakta, Meclis’teyseniz Meclis’te, herkesin örgütlü olduğu her yerde bunu ifade etmesi ve talebe sahip çıkması gerekli; sahip çıkıyorsanız daha görünür bir biçimde ortaya koymanız gerekiyor. Örgütlü alanları aktif hale getirip burada mücadele verilmeli çünkü burada ciddi bir insan hakkı krizi var, bir iktidarın meşruiyet krizi var, bir halkın meşru talebinin yerine getirilmemesi ve bir halkın krize sürüklenmesi krizidir. Bu sadece Kürtlerin değil Türklerin de krizidir. Kürt halkı çözüm noktasında İmralı’yı muhatap gösterdiği ve tecrit sürdüğü sürece adı Kürt Meselesi konulan bu kriz ne yazık ki sürmeye devam edecek bu bütün ülke halklarını etkilemeye devam edecek. O yüzden bu krizin sonlandırılması Türkiye’deki herkesin sorunu ve gündemi olmalıdır.