Ayşegül Devecioğlu: Abdullah Öcalan’ın özgür koşulları hayati önemde

  • 21:23 1 Kasım 2025
  • Güncel
ANKARA- DEM Parti ve sosyalist partilerin düzenlediği çalıştayda konuşan Gültan Kışanak,  sürekli şikayet eden bir politik çizgiden çıkılması gerektiğini belirterek “Gerçek anlamda eşitlik hukuku üzerine, demokratik haklar üzerine kurulmuş bir vizyon etrafında yeni bir duygu durumu, yeni bir atmosfer yaratmalıyız” dedi.
 
Hakların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) ve Emekçi Hareket Partisi (EHP), Emek Partisi (EMEP), Sosyalist Meclisler Federasyonu(SMF), Türkiye İşçi Partisi(TİP), Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP)  "Barış ve Demokrasi için Buluşuyoruz Mücadelenin Olanaklarını Konuşuyoruz" başlığı ile  Makina Mühendisleri Odası'nda iki gün sürecek olan çalıştayın ilk gününü gerçekleştirdi. Çalıştaya Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar, Sivil Toplum Kuruluşu üyeleri, Siyasi Parti temsilcileri ve çok sayıda kişi katıldı.
 
Çalıştayın ilk oturumu “Türkiye'de Anayasal Düzen, Hakların ve Özgürlüklerin Geleceği” konusuyla başladı. Konuşmacı olarak Rıza Türmen, Nuray Sancar, Levent Köker, Özkan Atar yer aldı.
 
İkinci oturumda “Yerel Yönetimlerden Parti Kongrelerine Kayyum Uygulamaları” konuşuldu. Bu oturumda Tevgera Jînên Azad (TJA) aktivisti Gültan Kışanak, Mûş Baro Başkanı Kadir Karaçelik, Yerine Kayyım atanan Êlîh Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gülistan Sönük, aktarımlarda bulundu.
 
Üçüncü oturumda ise “Otoriterleşme, Temsil ve Demokrasi Krizi, Türkiye'de Yönetim Deneyimleri” başlığıyla Şebnem Oğuz, Dinçer Demirkent, Yücel Demirer konuşmalar yaptı.
 
Son oturumda ise “Yakın Dönem Deneyimlerinin Işığında Yeni Süreç, Barış Arayışları” konusuyla konuşmacı olarak Mesut Yeğen, Seda Altuğ, Ayşegül Devecioğlu, İrfan Aktan yer aldı.
 
Çalıştay ilk olarak özgürlük ve demokrasi mücadelesinde yaşamını yitirenler anısına yapılan saygı duruşuyla başlarken, açılış konuşmasını EMEP Genel Başkan Yardımcısı Selma Gürkan gerçekleştirdi.
 
İktidarın iç siyasette baskı politikalarını sürdürdüğünü belirten Selma Gürkan şunları söyledi: “İktidarın adına henüz barış ve çözüm diyemediği bir süreç yaşanıyor. Bu müzakereler sürecek ama biz emek ve demokrasi güçleri olarak barışı, demokrasiyi kazanmanın yolunun nereden geçtiğini bu çalıştayda ortaya koymaya çalışacağız.”
 
İkinci oturumda konuşan Gülistan Sönük, kayyumların dayanağının Lozan Antlaşması olduğunu belirterek şunları kaydetti:
 
“Lozan Antlaşması’yla birlikte Kürtler bir azınlık olarak değerlendirilmedi ve tanımlanmadı. Türkçülük tanımı üzerinden Kürtler de tanımlandı. Bu nedenle azınlıkların örgütlenme, kendi ana dilinde eğitim görme hakkı Kürtlere tanınmadı. Dolayısıyla bu tanınmayan hukuki boyut sonrasında Kürtlerin doğal olarak örgütlenmesi, ana dilini kullanması bir şekilde yasaklandı ve müdahaleleri de beraberinde getirdi. Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze dek bu uygulamalar devam etti. Bugün Türkiye’de bir hukuksuzluktan bahsettiğimizde, bunu yalnızca mevcut hükümetlerin ya da devletin eksikliği olarak değil, Lozan’dan bugüne süregelen bir sistem sorunu olarak değerlendiriyoruz.
 
Bize kayyum atandığında bir soruşturma yapıldı. Neden ‘soruşturma’ diyorum, çünkü İçişleri Bakanlığı bir yazı yayımladı ve biz Batman’a kayyum atandığını Bakanlığın resmi internet sayfasından öğrendik. Çünkü bize herhangi bir tebligat yapılmadı. Soruşturma ise halen işletilmedi. Bakanlığın yazısında ‘örgüt üyeliğinden 6 yıl 3 ay ceza ve 2023 ile 2024’te açılan iki soruşturma’ ibaresi yer alıyordu. Aradan bir yıl geçti, ancak biz ne ifadeye çağrıldık ne de soruşturmanın içeriğine dair bir bilgi aldık.
 
Ne bize ne avukatlarımıza, bu soruşturmalar neye ilişkindir? Biz propaganda mı yapmışız, örgüt üyesi miyiz, yardım yataklık mı etmişiz? Hiçbir bilgi verilmedi. En son Batman İdare Mahkemesi, Batman Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazı gönderdi ve soruşturmaların içeriğini sordu. Onlara da bilgi verilmedi; ‘kısıtlama kararı var’ denildi. Yani şunu demek istiyorum; bu kayyum atamalarının mevcut Anayasa’da yeri yok. KHK’lerle birlikte kısmen dayanak gösterilse de hukukta karşılığı bulunmuyor. Uydurulmuş davalar üzerinden hareket ediliyor ve Türkiye’de en kolay şey, bir Kürt hakkında soruşturma açmaktır.” 
 
'Kayyım meselesine, seçmeni ehil görmeyen bir yerden bakılıyor'
 
Ardından söz alan Gültan Kışanak, kayyım uygulamalarıyla seçmenin ehil görülmediği bir anlayışın benimsendiğini belirtti. Gültan Kışanak, şunları söyledi:
 
“Kayyım meselesine, seçmeni ehil görmeyen bir yerden bakılıyor. Eğer biz Kürdü ehil görmeyen bu anlayışı kabullenirsek, yarın bizim kapımıza da gelir. Nitekim böyle oldu. Kürt ehil görülmedi; ‘Kürt feodaldir, geridir, köylüdür, bilemez’ denildi. ‘Bir Kürdün oyu ile İstanbul’daki bir entelektüelin oyu bir midir?’ diye sorarak bu anlayış normalleştirildi. Kayyımın mantığı budur: Seni ehil görmemek. ‘Sen kendini yönetemezsin, kendi kararlarını veremezsin’ demektir bu. Buna çok köklü, temelden bir itiraz geliştirmemiz gerekiyor. Ayrımsız bir şekilde… Kürdün de, kadının da, emekçinin de, yoksulun da, eğitimlinin de, eğitimsizin de iradesini kabul eden bir yerden, istisnalara kapılarımızı kapatan bir duruş sergilemeliyiz.”
 
‘Sürekli şikâyet eden bir politik çizgiden çıkılmalı’
 
Sürekli şikâyet eden bir politik çizgiden çıkışın gerekli olduğunu vurgulayan Gültan Kışanak, sözlerini şöyle sürdürdü: “Hepimiz bir ağlama duvarının önünde gibiyiz. Sürekli ‘iktidar şöyle kötü, böyle antidemokratik, bu kadar tutukluyor, bu kadar kayyım atıyor’ diyoruz. Yani sürekli dert yanan, mızmızlanan bir haldeyiz. Bundan kendimizi çıkarmalıyız.
 
Peki bunu nasıl yapacağız? Güçlü bir gelecek vizyonu, güçlü bir programla… Gerçek anlamda eşitlik hukuku ve demokratik haklar üzerine kurulmuş bir vizyon etrafında yeni bir duygu durumu, yeni bir atmosfer yaratmalıyız. Herkes çok emek veriyor, çok çaba sarf ediyor, mücadele ediyor. Buradaki insanların çoğu —ben de dahil— belki yatağında dört saatten fazla uyumuyor, ‘ne olacak?’ diye düşünüyor. Ama bu bizi kurtarmıyor.
 
Özetle, kendimize dönmemiz gerekiyor. Kendi sorunlarımızla, mevcut siyasal yapılarımızla, örgütlerimizle gerçek bir yerden yüzleşip, ‘daha iyisini nasıl yapabiliriz, yeni bir vizyon ve heyecan dalgasını nasıl yaratabiliriz, topluma nasıl bir demokrasi, barış ve haklar programıyla çıkabiliriz?’ sorularını tartışmaya çok ihtiyacımız var.” 
 
‘Rejimin adını koymadan mücadele edemeyiz’
 
Üçüncü oturumda konuşan Akademisyen Şebnem Oğuz, var olan rejimin adını koymadan mücadele etmenin mümkün olmayacağını vurguladı. Şebnem Oğuz, “Öncelikle rejimin adını doğru koymamız gerektiğini düşünüyorum” diyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu noktada, İtalyan Marksist Alberto Toscano’nun ‘geç faşizm’ kavramını kullanıyorum. Öncelikle bununla neyi kastettiğimi açıklayayım: Geç faşizm, klasik faşizmle günümüz arasında benzerlik aramaya dayalı metodolojiyi reddeder. Klasik faşizmde şu ögeler vardı, bugün bunlar yok o halde faşizm de yok gibi bir karşılaştırma yerine, faşizmin kökenini iki savaş arasına değil, çok daha öncesine — kapitalizmin doğuşuna, ırksal kapitalizme, sömürgeciliğe, kölecilikte uygulanan şiddete — yerleştirir. Özellikle siyahî Marksistlerin Amerika’da faşizmin nasıl geliştiğine dair analizlerinden hareket eder. Amerika’daki yerleşimci sömürgecilikle, köle emeğiyle başlayan şiddet ‘kurucu faşizm’dir. Yani faşizm dediğimiz şey, klasik faşizmden çok önce başlamıştır.”
 
‘Savaş etrafında dönenler barışı farklı ele alıyor: Bizim barışı inşa etmemiz lazım’
 
Şebnem Oğuz, savaş etrafında şekillenen siyasetlerin barışı farklı bir çerçevede ele aldığını belirterek şunları kaydetti: “Savaş etrafında dönenler için barış, savaşın sermaye için sürdürülebilir kılınması demektir. Yani barış, savaşın sonu değildir; savaşın sürdürülebilir biçimidir. Dolayısıyla bu siyasetler, savaş ve barışı birbirini tamamlayan bir döngü olarak kurgular. Bizim buna karşı başka bir barış anlayışını savunmamız gerekiyor. Türkiye özelinde de şöyle bir durum söz konusu: Son dönemde Erdoğan ‘iç cephenin takviye edilmesi’nden, ‘terörsüz Türkiye’den söz ediyor. Bunun arkasında komplo aramaya gerek yok; bunlar gerçektir.
 
İç cephede homojen bir ulus yaratıp, o kitleyi arkasına alarak dışarıya doğru savaşı sürdürmeye çalışıyor. Bunu zaten bütçedeki savaş harcamalarında çok net görüyoruz. Egemenlerin barışı başka bir şeydir. Eğer biz kendi barışımızı kurmak istiyorsak, bunu sadece bir ideal olarak savunamayız. Marx’ın bir sözü vardır: ‘Yanlış bilince karşı doğru bilinçle değil, praksisle mücadele edilir.’ Bizim barışı inşa etmemiz gerekiyor. Bunu pratik olarak, yani barışın toplumsal yeniden üretimindeki maddi koşullarla geçim, barınma, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerle ilişkilendirerek yapmamız lazım.”
 
‘Kolektif bir irade olarak Kürtlerin görülmesi’
 
Dördüncü oturumda konuşan Doç. Dr. Seda Altuğ, Suriye’de yaşanan gelişmeleri Türkiye’deki barış süreciyle bağlantılı olarak değerlendirdi. Seda Altuğ, “Esat rejiminin yıkılması yerine Colani’nin getirilmesiyle birlikte yeni bir toplumsal sözleşme kurulmaya çalışıldı. Suriyeli Colani artık Kürt kesimlerle, Alevilerle, Dürzilerle, gayrimüslimlerle siyasi ve sosyal bir aktör olarak görüşüyor. Kürtlerle görüşmelere, mutabakatlara başladı” dedi. Mazlum Abdi ve Ahmed el Şara arasında yapılan, Amerika, Türkiye, Fransa, İngiltere ve Körfez ülkelerinin de dahil olduğu müzakerelerin Türkiye’deki barış süreciyle paralel yürüdüğüne dikkat çeken Altuğ, bu süreçte “entegrasyon” kavramının güvenlik eksenli bir şekilde ele alındığını belirtti.
 
Seda Altuğ, “Suriye’de ya da diasporada yaşayan Kürtlerin talebi, meselenin sadece güvenlik temelli bir entegrasyon tartışması olmadığı yönünde. Bu, Amerikan emperyalizmi meselesi değil; Suriye’de bir eşitlik meselesi. Aynı zamanda da Kürtlerin kolektif bir irade olarak görülmesi ve tanınması meselesidir” ifadelerini kullandı. 
 
‘Barışın araçsallaştırılması savaşın sürdürülebilir hali’
 
Daha sonra söz alan yazar Ayşegül Devecioğlu, sosyalistlerin barış sürecine yeterince dahil olamadığını belirterek, “Aslında her şey gözümüzün önündeydi ama biz kavramsal bir çerçeve oluşturamadık. Uzun süre ‘önce barış mı, demokrasi mi?’ tartışmalarıyla vakit kaybettik. Oysa bu iki kavramı birbirinden ayırmak ve önceliklendirmek, meseleyi sığlaştıran bir yaklaşımdı” dedi.
 
Güney Afrika ve İrlanda örneklerine değinen Ayşegül Devecioğlu, barış süreçlerinin genellikle kapitalist sistemin kriz anlarında ortaya çıktığını ifade ederek, “Güney Afrika’da Apartheid rejimi sermaye birikimi modeline engel olmaya başlayınca süreç değişti. Benzer biçimde İngiltere–İrlanda örneğinde de kapitalizme yük haline gelen bir çatışma sonrasında barış gündeme geldi. Türkiye’de de benzer bir durum yaşandı” diye kaydetti.
 
Ayşegül Devecioğlu, “Barışın araçsallaştırılması, aslında savaşın sürdürülebilir hale gelmesidir” diyerek mevcut barış söylemlerinin sınırlarına işaret etti. Uluslararası kurumların işlevsiz hale geldiğini belirten yazar, “İnsanlık hukuku, savaş hukuku, Birleşmiş Milletler… Hepsi ortadan kalktı. Gazze bunun en açık örneği. Eğer bu kurumlar işlevini sürdürseydi, insanlar bombalanmaz, açlıktan ölmezdi” ifadelerini kullandı.
 
Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ni “imkân süreci” olarak değerlendiren Ayşegül Devecioğlu, mücadelenin ancak katılımla mümkün olabileceğini vurgulayarak: “Ortada hazır bir anlaşma, tanınacak haklar yoktu. Her şey mücadeleyle mümkün olacaktı. Türkiye’de sosyalistler bu süreçte kendilerini dışsal bir pozisyona yerleştirdiler, destekçi olarak kaldılar. Oysa Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren Kürtleri ve Alevileri yok sayarak kuruldu. Dolayısıyla bu mesele, Cumhuriyetin kuruluşundan beri süren bir sorundur” ifadelerini kullandı.
 
'Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgür koşulları hayati önemde'
 
Ayşegül Devecioğlu, konuşmasının sonunda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgür koşullarının sağlanmasının barış süreci açısından belirleyici olduğunu vurgulayarak, “Abdullah Öcalan’ın örgütle ve konuşması gereken taraflarla iletişim kurabileceği koşulların oluşturulması hayati önem taşıyor” dedi.
 
Forum, yarın “Temsil ve Demokrasi Krizinin Aşıldığı Yeni Bir Demokrasi ve Mücadelenin Olanakları” başlığıyla; siyasi partiler, sendikalar, konfederasyonlar, meslek örgütleri, inanç örgütleri ve demokratik kitle örgütlerinin katılımıyla devam edecek.