Toplumsal sistemin inşası (5)

  • 09:01 9 Ağustos 2025
  • Dosya
 
Kadının toplumsal öznelikten çıkarılması
 
Melek Avcı
 
HABER MERKEZİ - Kadın, tarih boyunca yalnızca susturulmadı; sesi, bilgisi ve toplumsal rolü de unutturulmak istendi. Yazılı tarihin bastırdığı bu sesi kadınlar, sözlü kültür aracılığıyla yaşattı. Peki, Sümer uygarlığından günümüze kadar uzanan süreçte kadın, sözlü kültür yoluyla bu bastırmaya nasıl direndi?
 
Tarih boyunca kadın, üretimin, toplumsal yaşamın ve doğayla kurulan ilişkinin merkezinde yer almış, bilgelik, doğurganlık ve şifa gibi yaşamsal alanlarda belirleyici roller üstlenir. Neolitik çağdan itibaren kadının toplumsal özne olarak kurduğu bu güçlü pozisyon, ilerleyen dönemlerde çeşitli ideolojik, ekonomik ve siyasal müdahalelerle bastırılır.
 
Kadının kutsal bir figürden özel mülkiyetin parçası hâline gelmesi, yalnızca bireysel hak kaybı değil; aynı zamanda toplumun doğayla ve kendisiyle olan bağının dönüşümüdür. Bu dönüşüm, kadının sesinin, bilgisinin ve kurucu rolünün sistemli bir biçimde görünmez kılınmasıyla ilerlemiştir.
 
Dosyamızın bu bölümünde, kadın merkezli Neolitik komünal toplumun nasıl işlediğini ve bu yapının hangi tarihsel kırılmalarla çözülerek ataerkil düzenin temellerinin atıldığını ortaya koyuyoruz.
 
Neolitik komünal toplum ve kadının kurucu rolü
 
Abdullah Öcalan bu süreci şöyle tanımlıyor: “Kadının köleleşmesi uygarlık tarihinin başıdır. Kadının özgürleşmesi ise yeni bir uygarlığın eşiğidir.” Bu değerlendirme, yalnızca tarihsel bir kırılmaya değil; aynı zamanda ontolojik, kültürel ve siyasal bir çöküşe işaret eder. Öcalan, bu süreci “kadın kırımı” (femicide) olarak kavramsallaştırır.
 
İnsanlık tarihinin en uzun evresi olan Neolitik dönem, kadının toplumsal yaşamın kurucu gücü olduğu bir dönemdir. Bu çağda kadın, doğayla uyumlu yaşamın merkezinde yer alır; üretim, toplumsal düzen ve anlam dünyasını şekillendiren asli güçtür. Bu, Abdullah Öcalan’a göre toplumun en etik ve adil biçimde örgütlendiği dönemdir. Kadının bu kadar güçlü olduğu bu çağın sona ermesi ise tarihsel ilk büyük darbedir.
 
Kadın bilgisinin tasfiyesi
 
Kadının bilgeliği, doğayla uyumu ve yönetsel konumu, Sümer uygarlığıyla birlikte yapısal bir kırılmaya uğrar. Bu kırılma, yalnızca kadının statüsünü değil, toplumun doğa ve kendilik algısını da kökten değiştirir. Abdullah Öcalan, “Kadın üzerindeki ilk büyük iktidar saldırısı, Sümer rahibe kadınlarına yönelmiştir. Tapınaklarda kadın bilgisi bastırılmış, yerine erkek tanrıların kurumsallığı geçirilmiştir” diyerek, bu sürecin ilk sistematik müdahalesine işaret eder.
 
Ana Tanrıça’dan Erkek Tanrı’ya geçiş
 
M.Ö. 10.000 – M.Ö. 5.000 döneminde, kadın figürü doğurganlık, bereket ve yaşamın kaynağı olarak kutsanır. Klanlar ve kabilelerde yaşam, kadının üretici ve koruyucu yönü etrafında şekillenir. Ana tanrıça figürü, doğayla uyumun ve döngüselliğin simgesidir.Ancak M.Ö. 4.000’lere tarihlenen Sümer uygarlığıyla birlikte, çok tanrılı panteonda erkek tanrılar öne çıkmaya başlar. Kadın tanrılar ikincilleştirilir, erkek tanrılarla evlendirilir. Kadınlar, ibadet edilen kutsal figürler olmaktan çıkar, tapınak hizmetkârları hâline getirilir. Kadın bilgeliği, “kutsal fahişe” kavramı altında yeniden tanımlanarak kontrol altına alınır.
 
Tanrıça’dan hizmetkâra: Mülkleştirmenin başlangıcı
 
M.Ö. 3000–1500 döneminde (Sümer’den Babil’e), üretim araçlarının özel mülkiyete dönüşmesiyle birlikte, kadın da ilk özel mülkiyet biçimi hâline gelir. Kadının doğurganlığı, erkeğin soyunu sürdürme aracı olarak denetim altına alınır. Kadın, babadan eşe devredilen bir “mülk” gibi görülmeye başlanır. M.Ö. 1800–500 döneminde (Babil, Hitit, Antik Yunan), hukuk sistemleri kadını bir birey değil, erkeğin namusunu temsil eden bir varlık olarak tanımlar. Kadının bedeni ve hakları, patriyarkal düzenin yasal zeminine yerleştirilir.
 
Tek tanrılı dinlerin yükselişi
 
M.Ö. 500 – M.S. 600 döneminde, Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinlerin etkisiyle kadın, artık doğanın bir parçası değil, günahın kaynağı olarak kodlanır. “İtaatkâr kadın” figürü öne çıkar; konuşmayan, sorgulamayan, hizmet eden bir rol dayatılır. Kadının şeytanlaştırılması, erkeğin tanrılaştırılmasıyla eş zamanlı yürütülür. Havva miti, bu ideolojik dönüşümün somut örneğidir.
 
Kadın üzerindeki nihai kuşatma: Modern dönem
 
16. yüzyıl sonrasında kadın, yalnızca aile içinde değil, aynı zamanda ekonomik sistem içinde de köleleştirilir. Kapitalist üretim biçimleriyle birlikte, kadın emeği görünmez kılınır ve bedeni metalaştırılır. Ev içine kapatılan kadın, piyasada ücretsiz yeniden üretim iş gücünün taşıyıcısı olur.
 
Abdullah Öcalan durumu şu sözlerle özetler: “Kadın, erkeğin ilk mülküdür. Onun üzerine inşa edilen mülkiyet biçimleri, hem özel mülkiyetin hem de devletin temelidir.” “Modernitede kadın zincirsiz köledir. Zincir görünmez hâle gelmiştir, ama daha derine inmiştir.”
 
Sümer Uygarlığı neden önemli bir eşik?
 
En başta belirttiğimiz gibi, Sümer uygarlığı, kadının toplumsal özne olmaktan çıkarıldığı sürecin başlangıç noktasıdır. Sümerler, insanlık tarihinin ilk şehir devleti, ilk yazılı hukuk sistemleri, ilk organize tarım faaliyetleri ve ilk bürokratik yönetim biçimlerini geliştirirken; aynı zamanda ilk ataerkil devletleşme örneğini de oluşturur. Bu durum, yalnızca teknolojik değil, ideolojik ve toplumsal bir dönüşümün de göstergesidir. Abdullah Öcalan bu nedenle Sümerleri: “Kadının toplumsal özne olmaktan çıkarıldığı ilk merkez” olarak tanımlar.
 
Sümer öncesi dönemlerde ana tanrıçalar doğanın yaratıcı gücünü simgelerken, bereket, doğum ve yaşam döngüsü kadın figürü üzerinden temsil edilmiştir. Ancak Sümer döneminde, erkek tanrılar panteonu Enlil, Anu, Enki gibi ön plana çıkmaya başlar. Bu tanrılar, artık yaratıcı, düzenleyici ve hükmeden varlıklar olarak görülür. Arkeolojik bulgular da bu dönüşümü destekler: Sümer tabletlerinde erkek tanrıların, erkek yöneticilerle özdeşleştirildiği; kadın tanrıçaların ise törensel veya ikincil işlevlere indirgendikleri açıkça görülür.
 
Kadınsız toplumun kurumsallaşma noktası
 
Sümer tabletlerinde bulunan evlilik sözleşmeleri, kadının değil, erkeğin haklarını ve kadını nasıl devralacağını düzenleyen hükümler içerir. Kadın burada birey olarak değil; mirasın güvence altına alınması gereken bir “nesne” olarak ele alınır. Tapınak kayıtlarında ise kadınların üretim süreçlerinden dışlandığı görülür. Tarım, dokuma gibi üretken işlerden uzaklaştırılan kadınlar, tapınak hizmeti, doğurganlık ve ev içi işlerle sınırlandırılır.
 
Tapınakta görevli kadınlar genellikle naditu statüsündedir. Naditu kadınları evlenemez, çocuk doğuramaz ve sınırlı mülkiyet haklarına sahiptir. Bu kadınlar özgür birey değil; kurumsal mülk olarak tanımlanır. Örneğin bir tablette şöyle denir: “Enlil’e adanmış naditu kadın, Enlil’in malıdır. Evlenmez, doğurmaz.”
 
Sümerlerden kalan yasal belgeler
 
Sümerlerden günümüze ulaşan ilk yasa koleksiyonları Ur-Nammu Yasaları (M.Ö. 2100) ve Lipit-Ishtar Yasaları (M.Ö. 1930) kadının toplumsal statüsüne dair oldukça belirgin düzenlemeler içerir. Bu belgelerde, kadın neredeyse daima mülk, nesne veya itaatkâr figür olarak yer alır. Sümer yasaları, ataerkil sistemin yazılı zemine taşındığı ilk örneklerdir ve bu nedenle kadınlar açısından tarihsel bir eşik teşkil eder.
 
İnanna'nın yeraltına inişi: Bir mitin değişimi
 
Sümer mitolojisinde, kadının bilgi ve yaşam gücünü simgeleyen figürlerden biri olan İnanna, ilk dönemlerde yaşam ve bilgelik getiren bir ana tanrıçadır. Ancak sonraki versiyonlarda erkek tanrı Enki, onun bilgelik ve yönetim güçlerini elinden alır. Nippur Tabletleri bu dönüşümü şöyle kaydeder: “İnanna’nın kutsal ‘me’lerini (bilgelik, yönetim, üretim ilkeleri) Enki aldı. İnanna artık me’siz kaldı.” Bu anlatı, yalnızca bir mitolojik olay değil; kadın bilgisinin bastırılması ve eril iktidarın inşası sürecinin kültürel temsili olarak okunabilir.
 
Sümerlerin yazısına karşı kadınlar direnişi sözlü kültürle sürdürdü
 
Yazının icadı, kadının toplumsal rolünün bastırılmasında önemli bir kırılma noktası olurken, kadınlar da bu baskıya sözlü kültür aracılığıyla direnir. Yazıyı bulan ve kadın bilgisini sistemleştirerek dışlayan Sümerler olsa da, kadınlar söz aracılığıyla tanrıçaların, bilgeliğin ve kolektif hafızanın ilk taşıyıcıları olarak varlıklarını sürdürür.
 
Yazılı belgelerin ötesinde, sözlü kültür, hem bastırılmışlığın izlerini taşır hem de direnişin zeminini kurar. Masallar, mitler, ağıtlar, destanlar ve şifahi anlatılar; kadının kadim konumunu korur, bastırılmasını örter ve yeniden yorumlar.
 
Sözlü kültürde ‘Ana Tanrıça’nın dönüşümü
 
Sümer öncesi ve sonrası dönemlerde ‘Ana Tanrıça’ figürünün sözlü kültürdeki dönüşümü, bu direnişi görünür kılar. Örneğin, İnanna/İştar figürü yazılı metinlerde eril tanrılar tarafından bastırılır; ancak halk anlatılarında hâlâ aşkı, bilgeliği, savaşı ve ölüp dirilmeyi bilen kutsal bir kadın olarak yaşatılır. Bu sözlü anlatılar, resmi dine rağmen kadının kurucu rolünü hafızada tutar. Babil ve Asur halk anlatılarında geçen yaygın bir söz kalıbı şöyledir: “İnanna toprağa indi, ölümü tattı, geri döndü. Hiçbir erkek onun inişine dayanamazdı.” Bu ifade, kadının bastırılmasına karşı gelişen kültürel direnç hattını temsil eder.
 
Kadın bilgeliğinin taşıyıcısı: Ağıtlar ve stranbêjler
 
Sözlü kültürün en önemli direniş alanlarından biri de ağıtlardır. Ağıtlar, yalnızca yas ifade etmez; aynı zamanda kadının kolektif hafızasını, toplumsal bilgisini ve tarihsel tanıklığını taşır. Mezopotamya'da Ninlil, Nammu ve Enheduanna gibi kadın figürler için yakılan ağıtlar, yalnızca bireysel kayıpların değil, kadının tarihsel konumunun da yasını tutar.
 
Kürtlerin sözlü kültüründe ise kadın ağıtçılar (stranbêjler), hem bastırılmış tarihin hem de direnişin sesidir. Erkek merkezli sözlü gelenek içerisinde bile kadın, ezgiyle, anlatıyla, isyanla kendini duyurur.
 
Sözlü kültürde kadın dayanışması
 
Kadınlar bastırılmışlıklarını yalnızca bireysel düzeyde değil; sözlü olarak birbirlerine aktararak kolektif hafızayı canlı tutar. Kadın meclisleri, doğum, şifa, yas gibi alanlarda sözlü anlatının merkezi olur. Dengbêj kadınlar, hikâye, türkü ve sözle topluluk önünde kadının sesini yeniden üretir. Bu, yalnızca bir anlatım değil; aynı zamanda toplumsal alanda var olma biçimidir. “Erkek susar, kadın anlatır; çünkü kadın anlatmazsa tarih unutulur.” Abdullah Öcalan, sözlü kültürü bastırılmış kadının belleği olarak tanımlar. Yazılı kültür erkek akla, devletli sisteme aittir; sözlü olan ise toplumsal hafızanın alt katmanıdır. Jineolojiye göre ise “Sözlü kültür, kadının sessiz çığlığıdır. Devletli uygarlık onun sesini susturmuş olabilir ama kadının bilgeliği ağıtla, destanla, mitle yol bulmuştur.”
 
Kadın bilgeliğini dirilten zemin
 
Kadının toplumsal özne olmaktan çıkarılması yalnızca yazılı yasalarla değil; anlatıların, mitlerin ve temsil biçimlerinin dönüşümüyle de gerçekleşir. Ancak sözlü kültür, bu bastırmaya karşı en eski ve dirençli karşı duruş biçimidir.Abdullah Öcalan’a göre bu kültürler yalnızca birer direniş değil; kadının yeniden özgürleşebilmesi için iz sürülebilecek kaynaklardır. Yazı, kadının bilgeliğini yok etmeye çalışsa da söz, yaşayan bir belleğe dönüşür. Abdullah Öcalan, “Sözlü gelenek, yazılı tarih tarafından bastırılmış kadın hafızasının taşıyıcısıdır. Kadın burada hâlâ tanıklık eder ama yazmaz. Söyler ama duyulmaz. İşte bu yüzden jineolojî, kadının unutturulan sözünü yeniden dillendirmek zorundadır” diyor. 
 
Sözlü kültür, geçmişin sesi değil geleceğin kurucu gücüdür
 
Sözlü kültür, yalnızca “geçmişin sesi” değildir. Aynı zamanda yeniden inşa edilecek kadın toplumsallığının başlangıç noktasıdır. Ağıtlar, efsaneler, mitler ve halk anlatıları, kadının tarih sahnesinden silinmesine karşı ortaya çıkan kültürel hafıza ve dirençtir. Bu belleğin izini sürmek, alternatif bir toplumsallık kurmak için gereklidir.