
Enternasyonalist bir devrimci: Emine Erciyes
- 13:34 8 Eylül 2025
- Portre
HABER MERKEZİ - 2020’de bir hava saldırısında 2 arkadaşı ile birlikte yaşamını yitiren enternasyonalist devrimci Emine Erciyes, ardında kadın özgürlük mücadelesi için büyük bir miras bıraktı.
YJA Star Merkez Karargâh Komutanlığı üyelerinden enternasyonalist Emine Erciyes (Nazlı Taşpınar) ile YJA STAR’lı Zîn Zagros (Leyla Acar) ve Ekîn Amara Toldar’ın (Şehriban Akın) 2020 yılında gerçekleştirilen bir hava saldırısında yaşamını yitirdiği açıklandı.
1976 yılında Türkiye’nin İç Anadolu Bölgesi’nde yer alan Nevşehir’de, doğan Emine Erciyes, Kürdistan’da 24 yıl boyunca enternesyonalist bir mücadele yürüttü. Dini etkilerin yoğun olduğu, muhafazakâr, kültür olarak dışa kapalı Türk bir ailede dünyaya gelen Emine Erciyes, 5 yaşına kadar çocukluğunu doğduğu köyde geçirdi. Daha sonra ailesi ile birlikte Nevşehir merkezine taşınmak zorunda kalan Emine Erciyes, o günleri bir televizyon programında şöyle dile getirmişti: “Nevşehir’e taşındıktan sonra da köye gidişlerimiz oluyordu, ilişkilerimizi hiç kesmedik. Köyümüzü özlüyordum, huzur veren bir şeyler vardı orda. Ait olduğunu hissediyorsun, köklerinin ilk orada yeşerdiğini biliyorsun çünkü ve bu hep seni çekiyor. Ben köyden beş yaşımda çıktım, şimdi gitsem belki kimse tanımaz beni, ben de belki kimseyi tanımam ama o topraktan yaratılmış olduğunu, oranın kültürünün senin kültürün olduğunu biliyorsun ve bu sende hiç silinmeyen bir yakınlık, bir çekim yaratıyor.”
Nevşehir’den İstanbul’a
İlkokulun ardından Nevşehir’den İstanbul’a giden Emine Erciyes, kapitalist modernite sisteminin dayattığı yaşam ile ilk çelişkilerini yaşar. Yine aynı zamanda feodal geleneksel zihniyetin kadına layık gördüğü yaşamı da ilk defa o günlerde sorgular. O zamanlarda bunu dile getirebilecek bir düşünce sistematiğine sahip olmadığını söylese de sistemin ona reva gördüğü geleceği öngören, bunu sorgulayan ve “nasıl yaşamalıyım” sorusu ile alternatif arayan bir duruşu hep olur. Devletin prototipleri olarak kurumsallaşan okulun ve ailenin ona dayattığı yaşamı sorguladığı günleri aynı programda şöyle anlatmıştı: “Okuduğum okul Türkiye’nin her yerinden başarılı çocukları devşirerek sisteme kadro yetiştiren modern bir devşirme ocağıydı. Okula gitmek, yeni yaşama açılan bir pencereydi benim için. Derler ya ‘okursun, mesleğin olur, ekonomik özgürlüğün olur.’ O yönlü bir kurtuluş kapısıydı benim için. Kadına dayatılan klasik bir yaşam seyri vardı ve ben ‘eğer okursam bundan kurtulabilirim, böyle yaşamak zorunda değilim’ diye düşünüyordum.
Çelişkiler yaşar
Bizim orada kadın ve erkek arasındaki fark çok belirgindi. Kadının hiçbir hakkı yoktu, yaşamın her ayrıntısından sorumlu olmasına rağmen üstüne üstlük sürekli bir şiddete de maruz kalıyordu. Böyle bir kadın olmak istemiyordum. Kaba bir reddim yoktu ama bu yaşamdan kurtulma arayışım vardı. Okulun bana verdiği buydu, sanki bana ‘bundan kurtulabilirsin’ diyordu. Ama okumak için gittiğin İstanbul’da, kendimi o yüksek binaların içinde çaresiz bir karınca gibi hissetmiştim. Belki insan bilerek bir şeyin içine girse o kadar cesur olamaz. Nevşehir gibi bir yerden çıkıp o koca şehre doğru yol almıştım. Bilsem İstanbul öyle bir yer, gitmem belki. Bir süre gerçekten sürekli bir şeyleri anlayamama halinde yaşadım. Üniversiteyi kazanmıştım. Fakat üniversiteye başlamakla birlikte amaçlarımın sonu geldi, feodal ölçülerde olmasa da küçük burjuva ölçülerde rutin bir hayat akışı karşıma çıkmaktaydı. Üstelik şehir ortamının maneviyatı yüzeysel, çıkarcı, ahlakı zayıf ölçüleri beni çözümsüz bir çıkmaza sokuyordu. Birçok arkadaşta şehir ortamına geldiğinde onunla çabuk bütünleşme, geçmişini unutma oluyordu ama ben nereden geldiğimi, nasıl bir aileden geldiğimi biliyordum. Ondan vazgeçemiyordum ve şehirdeki bocalamam da hep bir şekilde böyle devam ediyordu. Okul okumak bir yaşam dayatıyor sana. Diğer yandan Nevşehir’deki ailemin de bana dayattığı bir yaşam tarzı vardı. İşin gerçeği ben her ikisine de ait değildim. Yaşadığım manevi boşluğun yerini bir türlü bir şeylerle dolduramadım. Bu çaresizliği fark ettiğim anda aslında bende ‘ne yapmalıyım’ arayışı başladı. Çünkü yaşam bir kez eline geçiyor ve sen onu anlamlı yaşamak istiyorsun. Ve ne İstanbul’da ne de Nevşehir’de bulduğum anlam bana yetmiyordu.”
Kürt öğrencilerle tanışma ve kararlaşma
Ne aile ortamında ne de üniversitede yaşadığı manevi boşluğa, özgür yaşam arayışlarına cevap bulamayan Emine Erciyes, üniversite okuduğu sırada Kürdistan’dan gelen Kürt öğrencilerle tanışır ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın adını duyar, PKK’li olmak gündemine gelir. Emine Erciyes, devrim yolunda yürümeye karar vermiş bir Türk kadın olarak neden diğer örgütlerde değil de PKK’de yer aldığını şu kelimelerle dile getirmişti: ‘’PKK sempatizanlarını uzun zamandır tanıyordum. Onlar lisede en çok güvendiğim, benim için ideal olan insanlardı. Yaşamla çelişkilerim, arkadaşlarımda gördüğüm PKK, yine PKK’nin kendini örgüt gücüne dönüştürmüş olması, PKK’nin halklara özgürlük vaadinin gerçekçiliğini ifade ediyordu. Okulda değişik çevreler de vardı. Türk solu da vardı mesela. Türk solunda konuşmalar daha keskin ama PKK bir güç olarak kendini ispatlamış, devleti zorluyor, adımları daha sağlam geliyordu bana. Türk solunda çok ciddi bir örgütlülük yok, yaşam tarzı ile söyledikleri çok uyuşmuyor. Küçük burjuva çizgi hâkim. O zamanlar çok keskin bir tanım koyamasam da sezgisel olarak bunu fark edebiliyordum. PKK ile ilişkisi olan arkadaşların daha tutarlı olduğunu fark edebiliyordum. Türkiye devrimini geliştirme amacı da vardı. Güven ve inanç kaynaklarımın gücüyle doğrunun PKK olduğu kararına vardım ve o temelde PKK’ye katıldım.’’
Sistemi her yönü ile reddediş
1996 yılında Balkanlar üzerinden PKK’ye katılan Emine Erciyes, kadınların, toplumun, halkların ve farklı inançların yaşadığı sorunları görür, egemen zihniyet ve sisteme öfke kadar bunlara karşı mücadele tutumunu esas alır, kadının özgürlüğünü, sosyalist kişilik ve sosyalist toplum bilinci ile ele alarak sistemin sunduğu tüm yaşam tarzlarını çok bilinçlice reddeder.
‘Kadınların ulusu yoktur’ tespiti
Emine Erciyes, 1997 yılında da Abdullah Öcalan’ın bulunduğu Suriye’ye geçer. Burada ‘’Kopuş Teorisi’’ ve ‘’Kadın Kurtuluş İdeolojisi’’ gibi stratejik adımların gelişim süreçlerinde yer alan Emine Erciyes, bu temelde cins bilincine dayalı özgür kadın kimliğini kendinde yaratmanın ideolojik mücadelesine girişir, kadın özgürlüğü için ciddi tarihsel adımların atıldığı dönemde duruşu, arayışı ve katılımıyla ilham kaynağı olur. Kürt Halk Önderi’nin ‘’Kadınların ulusu yoktur’’ tespiti, Emine Erciyes’in devrimci yaşama coşkulu katılımı temelinde ortaya konulur. Kürt Halk Önderi, o dönemde Emine Erciyes için şu belirlemelerde bulunur: ‘’PKK’ye ilgi duyan Türk erkeğinden ziyade Türk kızları oluyor. Özellikle de halka ve Türkmenliğe yakın kızlar. Bu da güzel bir gelişmedir, çok zayıf da olsa Türk halk kimliğindeki özgürlük arayışı onları PKK’ye çekiyor. Sen ‘Nevşehir’den sadece faşist değil aynı zamanda iyi bir özgürlük militanı kız da çıkar’ diyorsun. Bu en güzel gelişmedir; bunun çarpıcı bir ifadesi ol. Yüzyılların Türk ve Türkmen halkının gerçeği de bunu ister.”
‘Demokratik bir ulus üyesi olarak buradayım’
Kürt Halk Önderi’nin ’Ulus, ortak zihniyettir’’ tanımlamasından oldukça etkilenen Emine Erciyes, buna ilişkin da şunları söylemişti: “Bir demokratik ulus üyesi olarak buradayım. Bu halkla bütünleşmişim ve kendimi hiçbir şekilde farklı görmüyorsam aslında gerçekten zihniyet olarak bütünlük var. Yaşadığım yaşam, yaşadığım zorluklar, sistemle çelişkilerim beni Kürtlerle daha ortak bir zihniyette bütünleşmeye getirdi. Onun için diğer farklılıklar çok fazla anlam ifade etmiyor.”
‘Hayattan kazandığım günler’
24 yıllık mücadele yaşamında bir devrimci sosyalist kadın olarak birçok çalışma yürüten Emine Erciyes, kendisini şöyle ifade etmişti: ‘’Zagroslar bana çok şey kattı ve kazandırdı. Zirvelerinde geçirdiğim günleri, hayattan kazandığım günler olarak görüyorum. Zagros bana beni aşmaya zorlayan alan oldu. Yetersizliklerimi tüm acımasızlığıyla yüzüme vurdu, kof gururumu kırdı. Başarmanın en zor olduğu alanlardan biriydi. Girişken olmam önündeki bireyciliklerimi ve tabularımı kırdı. Kendine güven gücü ve inisiyatif kazandırdı. Yoldaş yaşamının sorumluluğunu almanın hassasiyetiyle bireysel önceliklerimi yıktı. Şimdi Zagroslar benim için bir zaman aralığını ifade ediyor. Defalarca geçtiğim patikalarında, zirvelerinde, vadilerinde daha önce buraları paylaştığımız birçok yoldaşın anısı benimle gidip geldi. Yaşanan şehadetler yaşamın, özgürlüğün ve yoldaşlığın anlamını, kıymetini defalarca yeniden karşıma çıkardı. Onlar şahsında partiyi daha çok kendime ve kendimi de partiye ait buldum. Partililik görevlerimi en çok onlar şahsında buldum. Şimdi yaşamın anlamı ve amacı benim için onlar uğruna yaşamaktır.’’
Sevgi bağı kurdu
Türkiyeli bir kadın devrimci olarak Türkiye halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişiminde de büyük emek ve çaba sahibi olan Emine Erciyes, Kürdistanlı kadınlar ile sevgi bağlarına ilişkin şunları söylemişti: ‘’Sevgi benim için hayatın anlamı ve amacıdır. İçime sığdırabildiğim sevginin bana doğru yol ve yöntemi göstereceğine inanıyorum. İnsanlarla sevgiyi paylaşmakta ise az veya çok sevgiden ziyade, her insanın farklı bir sevgi rengiyle sevilebileceğine inanıyorum, yani farklılık kadar sevgide adalet de önemlidir.”
Komple devrimcilik
“Sevgiden sanat doğar” esprisiyle kültür sanat alanında da fark yaratan çalışmalarla bir iz bırakarak devrimci sanatçı Halil Dağ’ın yönetmenliğini yaptığı ‘’Dema Jin Hez Bike’’ filminde ‘’Kulîlk’’ karakteri ile başrolde oynadı. Koşulların çok zorlu olduğu alanlarda dahi, Kürt Halk Önderi’nin savunmalarından esinlenerek birçok tiyatro yazar, birçok karaktere kendi oyunculuğuyla can verir, şiirler yazar, şarkılar söyler. Bu yönleriyle ‘’komple devrimcilik’’ tanımını kendi yaşamında somutlaştıran Emine Erciyes, alın teriyle, emek ile örülen, hakkı verilen devrimci bir yürüyüşün sahibi olur.
20 Nisan 2020 tarihinde gerçekleştirilen hava saldırısında iki arkadaşı ile birlikte yaşamını yitiren Emine Erciyes, ardında önemli bir mücadele mirası ve hayatın anlamı ile hakikat arayışçılığına ilişkin manifesto gibi şu belirlemeleri bıraktı: ‘’Hakikat arayışçıları yaşamın anlamına ulaştıklarında aslında ölümün kendileri için artık çok da önemli olmadığını hissederler. Çünkü sen aradığın yaşamı bulmuşsundur. Benim de aradığım yaşam buradadır, istediğimiz gibi kuruyor ve yürütüyoruz. Sistemle bir mücadele vermek gerektiğini hissediyorsun ve mücadele de ediyorsun. Bu, yaşamın anlamıdır. Bu anlamı bulduktan sonra ölümüne verilen bu savaşın keskinliği de eskisi kadar zorlamıyor seni, daha güçlü mücadele etmek, daha ön cephede olmak, daha çok savaşmak için yarış halinde oluyorsun. Çünkü savaşmak için çok fazla gerekçen var. O gittikçe büyüyor ve sen bunu tutamıyorsun. Ben İstanbul’da ya da Nevşehir’de bulamadığım yaşam anlamını, Kurdistan dağlarında buldum ve her hakikat arayışçısında olduğu gibi, bu anlama ulaştığım anda artık ölümü bile yaşamın bir gerçeği olarak anladım ve bu yolun yürüyüşçüsü olmaktan hiçbir zaman pişmanlık duymadım.”